21 Eylül 2013 Cumartesi

Doğal Teoloji ve Din Tasavvuru

Doğal teolojideki ontolojik bakış dinî tasavvurları nasıl etkiler?  

Din üzerine kurulu bir yaşamda aklın yerini belirlemek değil, akla dayalı bir dünya görüşü içinde dinîn yerini belirlemek biçimine dönüşümle işi yaratıcıdan, yaratıcıyı dünyadan, yaratıcıyı ezeli sıfat ve isimlerinden, kutsal kitaplardaki anlamından, mutlak ve belirleyici hâkimiyet fikrinden uzaklaşmış, sınırlı ve pasif bir teizm algısı haline gelmesi doğal teolojinin ayırıcı niteliğidir. Oysaki din tapınma dilidir, inanan kişinin bilgisine kılavuzluk eden, onu güvenilir kılan, canlı tutan, akla uygun yapan şey tapınma fiilleridir.



Doğal teoloji kavramının ortaya çıktığı konsept, aklın yardımı olmaksızın inşa edilen unsurlarla, Musa ve İsa’nın aracılığıyla sunulan Tanrı’nın doğaüstü vahyi arasında ayrımın yapıldığı ve teologların inanç üzerine kafa yormayı adet haline getirdikleri bir dönemdir. Doğal teolojiye karşı geliştirilen teolojik deliller iman ve akıl arsındaki ilişkiyi çoğunlukla konu eder. Bu deliller cennete giden yolda felsefi spekülasyonun bir basamak olamayacağı ve aklın da kurtarıcı rolünün gereksizliğini vurgularlar. Doğal teolojiye zıt olan felsefi argümanlar, geleneksel teizmin Tanrı’nın gözlemlenemez, aşkın varlık olma
yönünü göz ardı ettiğine dayalı teorilere muhalefet ederler.


Modern dönemin burjuvazi kesimi, geleneksel Tanrı kavramını kökten değiştirerek yerine kusursuz evren düzeneğini yaratan “iyi ve adil saat Yapımcısı”, herkesi aynı düzeyde seven, onlara günah işleme ya da günahtan kaçınma özgürlüğü veren, sadece çok büyük günahları cezalandıran yeni bir Tanrı koydu.


Ontolojiden epistemolojiye geçişte Tanrı’ya imanı önermesel haline getirenler, önermesel ya da çıkarımsal inancın temellendirmesini yapanlar iki şıktan birini tercih etmek durumundalar. İlki, imanın içerdiği önermesel asli unsurun doğruluğu, kendinden apaçık veya duyulara apaçık inançlarda olduğu gibi her hangi bir temellendirmeye ihtiyaç duymaz. Bu ancak iman önermelerinin temel bir inanç olarak ele alınmasıyla mümkündür. İkincisi, imanın içerdiği önermesel asli unsurun doğruluğu, çıkarımsaldır, yani bir takım kanıtlara dayanmaktadır. Önermesel bir bilgi çıkarımsal ise, bunun anlamı onun, doğrulanmış doğru inanç olması demektir. Aynı şekilde, önermesel bir inanç çıkarımsal ise, bunun anlamı onun, “bir takım zayıf kanıtlara dayanan bir inanç olmasıdır. Bu durumda, imanın doğruluğunu nereden aldığının bir takım kanıtlara dayandırılarak temellendirilmesi gerekmektedir. Çağımızın reform teologları dışında, önermesel bir iman anlayışı benimseyen tüm teolog ve filozofların imanı bir takım kanıtlarla temellendirmeye çalışmalarının nedeni budur. Çıkarımsal bir önermesel iman tasavvuru, aklî temellendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Yine bu sebeple, imanın aklî açıdan temellendirilemeyeceğinin ve temellendirilmesine de gerek görmeyen düşünenler önermesel olamayan iman anlayışın benimsemek zorunda kalmışlardır.


Tanrı’nın mantıksal önermelerle kanıtlanmasını rasyonel bir söylemden başka bir şey değildir. Tanrı’ya iman kişisel bir seçimdir. Kanıtlar birer indirgemedir ve onun bir yönünü mantıksal olarak göstermeye çalışır. Oysa Tanrı ne mantık ne dogmayla bütünleştirilebilir. İman mantıksal söylem evreninin dışında yer alır ve iman gerçeklerinin özünün, özü itibarıyla sırdır. O ancak kendini teslim edene açacaktır. Bu da öznel bir deneyim, çaba ile gerçekleşebilir. Tanrı aklın ötesine yerleştiği ölçüde rasyonel teoloji var
olamaz.


Bilimsel dil ağırlıklı olarak hesapçı ve çıkarımsal iken, din dilinin varoluşsal ya da kuşatıcı olduğu gözden kaçmamalıdır. Bundan dinî ifadelerin tamamının analojik ya da sembolik olduğu sonucu çıkar. İnsani bir dilin anlamları kullanarak, sadece Tanrı’nın ilk neden veya hareket etmeyen hareket ettirici veya yetkinliklerin toplamı veya kendi özünden dolayı var olan varlık olduğunu kanıtlayabiliriz. O zaman Tanrı tabii düzenin basit bir parçası olur; çünkü açıktır ki nedenler ve sonuçlar bir ve aynı seride bulunur ve gerçekliğin aynı düzenine aittir. O halde Tanrı’nın yetkinlikleri, analoji mantığı ile insan muhayyilesinin gücüyle belirli bir düzeye indirgenmiştir.



Aydınlanma filozoflarının ve ilahiyatçıların etkilendiği Yunan filozofları Yunan dinîndeki kişileştirilmiş ve antropomorfist Tanrı anlayışını eleştirirken ya da alternatif Tanrı tasavvuru ortaya koymaya çalışırken soyut bir Tanrı kavramına ulaşmışlardır. Bunun en bariz örneği “aperion”dur. Tanrı fikri, sezgiye dayanan bir kavramdır. Felsefe, bu fikri açıklamak için bir takım şekiller ve yollar bulmaya çalışmıştır. İlahiyatçılar mensup oldukları dinî, felsefi bir tarzda ifade etmeye çalışınca soyutlama hataları işlenmiştir. Dine göre Tanrı, gerçek anlamda Yaratıcı’dır. Filozoflar biraz da acele ederek, bunu Tanrı’nın yaratılana nispetle İlk Sebep olduğu anlamında aldılar. Bu görüşe göre Tanrı evrensel sebep, her şeyin Sebeb’i olmaktaydı. (determinist anlayışa kapı aralamak). Öyle görünüyor ki bu şekilde düşünülen Tanrı, gerçekte hiçbir şeye etki edememekteydi. Filozoflar İncil’de yer alan Tanrı’nın yetkinliğini ve değişmeyen bir varlık olduğu sözünü Platon’un ve Aristoteles’in mutlak değişmezlik ve mutlak yetkinlik kavramlarıyla bir ve aynı şeymiş gibi gördüler. İsa’nın yolunda giden bir kimseyi, Aristo’nun hareket etmeyen Aristokrat’ını taklit etmeye çalışan bir kimseye nasıl benzetebiliriz?


Batılı filozof ve teologların çoğu, dünyadan habersiz, yalnız kendi bildiğini bilen Aristocu Tanrı anlayışını reddetmişlerdir. Tanrı’ya ait yaratıcı hürriyetle, gelişigüzel bir şekilde hareket etmeyi birbirine karıştıran deterministlerin anladığı anlamda bir hürriyet değildir. Spinoza’nın aksi yöndeki iddiasına rağmen, Tanrı’nın kararları sebep- sonuç zincirine tabi değildir. Dil tahlili açısından bakıldığında, klasik anlamda determinizmin teolojide bir yeri yoktur.


Kişilik atfedilen varlıklarla her yönüyle mutlak, kendi kendine yeterli, sonsuz ve değişmeyen bir Varlık arasında her hangi bir analoji kurulamaz. Orta Çağ filozofları ve birçok bakımdan bu filozofların devamı olan Kant, Tanrı ile diğer varlıklar arsında yukarıda temas edilen şekilde bir analoji kurmaya çalıştıkları için hata etmişlerdir. Dinîn Tanrısı, felsefenin “Mutlak”ından aşağı bir düzeyde bulunmadığı gibi O’nunla aynı da değildir. Kant “Saf Aklın İdeali” diye adlandırdığı şeyde onu ortaya koymuştur. Bu nedenle P. Tillich dinî ifadeler için lâfzî değil de sembolik bir nazariye geliştirmiştir.



Skolastik teologların ve rasyonalist filozofların ileri sürdüğü şekilde Tanrı kavramı tutarsız bir kavramdır. Şayet Tanrı her şeyi bilmek zorundaysa O değişmez olamaz. Şayet Tanrı insan eylemlerinin geleceği konusunda yanılmaz bilgiye sahip olmak zorundaysa, o zaman determinizm doğrudur. Şayet Tanrı insanın kötülüğünün sorumluluğundan kaçınmak zorundaysa o halde determinizm yanlış olmalı. Bu sebeple işlenen bütün günahları önceden bilen, ama hiçbirinin yaratıcısı olmayan bir Tanrı kavramında gizliden gizliye bir çelişki vardır. Doğal teolojideki Tanrı anlayışı bizi büyük bir varlık ama gücü sınırlandırılmış varlıkla karşı karşıya bırakmıştır.

Referans: Filiz ER, "ONTOLOJİNİN DİNÎ TASAVVURLARIN İÇERİĞİNE ETKİSİ (DOĞAL TEOLOJİ)", YÜKSEK LİSANS TEZİ, Bursa 2006



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder