21 Eylül 2013 Cumartesi

İki Şehrin Hikayesi

Zamanların en iyisiydi. En kötüsü de... Akıl çağıydı, budalalık çağıydı da. İnanç çağıydı aynı zamanda inkar çağıydı da. Bir taraftan aydınlık bir taraftan karanlık mevsim yaşanıyordu. Umudun baharıydı, yeisin kışı. Her şeyimiz vardı ama hiç bir şeyimiz yoktu. Hepimiz doğruca cennete gidiyorduk ama hepimiz cehenneme de gidiyorduk. Kısaca bu çağ bu devre öyle benziyordu ki, sesi en çok çıkan otoriteler iyisiyle kötüsüyle ikisinin mukayesesinin, sadece üstünlük bağlamında yapılmasına ısrar ediyordu....

Güzel bir şehir görüyorum ve bu boşluktan yükselen güzel insanlar... Ve onların zaferlerinde ve yenilgilerinde, daha gelecek uzun yıllar boyunca, bu zamanın kötülüklerinin kendilerini tükettiklerini görüyorum. Onu görüyorum, yaşlı bir kadın... Bu günün yıl dönümünde benim için dua ediyor. Onu ve kocasını görüyorum... Yolun sonunda, gelmişler topraktan yatağın içinde yan yana yatıyorlar. O çocuğu görüyorum, onların kucağında yatan, eskiden benim olan o hayat yolunda yürümeyi hak kazanan... O hakkı öyle güzel kazandığını görüyorum ki, benim ismim, onun isminin ışığında anlam kazanıyor... Ve duyuyorum, duyuyorum çocuğa benim hikayemi anlattıklarını, zayıflayan, sevecen sesleriyle... Bugüne kadar yaptığım en iyi, en iyi şey bu! Yakında kavuşacağım huzur, bugüne kadar tattığım her şeyden daha iyi...

Charles Dickens, İki Şehrin Hikayesi (A Tale of Two Cities)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder