14 Ekim 2013 Pazartesi

Doğa Felsefesi ve Çevre

İnsanların doğayı nasıl algıladıkları ve neden o şekilde algıladıklarını anlamak doğa felsefesinin baslıca konusu ve alanıdır. İnsanoğlunun doğaya bakış açısı çevre şartlarına, geçirdikleri aşamalara, bilgi seviyelerine, sahip oldukları teknolojiye ve toplumsal yapının egemen güçlerine göre değişmektedir. 

Doğa felsefesine burada düşen görev "olması gereken"i sürekli hatırlatmak, bunlara dikkat çekmek ve özellikle bilgiyi maddi değil doğal yarara göre kullanma, egemen güçlerin neliğini sorgulamaktır.

Çevre değil, doğa felsefesi adıyla disiplinleşme çabasında terimsel bir kaygı yatmaktadır: Çevre terimi, insan ile insan olmayan ayırımı yaparak insanın doğa ile bütünlüğünü göz ardı etmiştir. Oysa doğa terimi, insanı doğanın bir parçası olarak kabul eder ve bu bütünlüğü vurgular.



İlk insanlar tam anlamıyla doğanın pasif bir parçasıydı. Yaşamlarını ve ırklarını devam ettirme güdüsüyle yaşarlardı. Bilgi düzeyleri yetersiz olduğundan doğaya etki edemedikleri gibi, doğrudan doğruya etkisi altındaydılar. Doğanın kurallarına uyarak "doğal" bir yasam yaşadılar. Ancak biyolojik evrim süreci sonunda, kendine dışarıdan bakabileceği, duygularından uzak, mantık kurallarına bağlı bir beyine sahip oldu. Bu beyin ona kendini savunmasında, barınmasında etkinleşme sansı verdi. İnsanoğlu kapasitesinin farkına vardı ve bilgi düzeyinin artmasıyla bir değişim süreci basladı. Doğa felsefesini tarihsel olarak iste bu noktada başlatabiliriz: İnsanlar yaşamlarını sürdürebilmek için doğanın sunduğu pek çok zenginliği doğadan alarak kendi gereksinmeleri yönünde kullandı. Doğa insanlara hammadde dışında günümüz teknolojisinin temellerini oluşturan bir "doğal-teknoloji" de sundu. Örneğin ilkel insanların avlanmak, kesmek, parçalamak ve benzeri için kullandıkları çeşitli aletler (taşlar,sopalar vb.) yine doğanın bir ürünüydü. Vahşi hayvanların diş ve pençeleri aletlerin insanlar tarafından kullanılmasının esin kaynağı idi. Ayrıca insanların örtünmek için kullandıkları hayvan derileri ve hayvanların bir tasıma aracı olarak kullanılması da bu doğal teknolojiye örnektir. Teknolojinin ilk ürünleri tümüyle doğal maddelere dayanmakta ve sadece insanın yaşamsal gereksinimlerini karşılamaya yönelikti.



Böylece insan-doğa ayırımı (avcılık, şehirlerin ortaya çıkışı, kadın-erkek eşitliğinin erkek lehine değişmesi, hiyerarşik toplum düzeni...) belirginleşmeye başladı. İlk çağda özellikle Yunan filozoflar doğa üzerinde yoğun bir şekilde düşünmeye başladılar. Doğayı ve insanın doğa içerisindeki yerini kavramaya çalıştılar.

Asıl "aydınlanma dönemi" doğayı algılayış açısından bir dönemeçti. Çünkü mekanist görüşü geliştirdi. Aydınlanma ile somut varolana yöneldi insanoğlu. Doğada keşfettiği fiziği, yasaları varoluşun tamamına yaymayı denedi. 19.yy da teknolojide sağladığı olağanüstü ilerlemeler ile doğa karşısında artık çok daha etkin bir öğeydi. Bir yandan doğayı çok iyi isleyen bir makine olarak algılarken, diğer yandan bu makinenin çarklarını istediği gibi döndürebilecek bir güce erişmişti. Artık doğa karşısındaki güçsüzlüğü yüzünden üretip, sonra da kaçıp sığındığı akıl dışı, büyüsel, soyut açıklamalara veya geleneksel dinlere de ihtiyaç duymuyordu.

Bacon, "bilgi kuvvettir, bilgiye dayalı sanatlar (teknoloji) insana en yararlı sanattır" deyip insanoğlunun estetik haz almak için yaptığı sanatı faydasız bulup, teknolojiye yönlendiriyordu. İnsan açtığı bu yoldan yürümeliydi.  Ama elde etmenin yolunu bulduğu bilgi ve ona dayalı sanatlar -teknoloji- onun kontrolünden çıkıp, insanoğlunu yönetmeye, onun amacı hatta doğal varoluşunun dışında gücünün yettiği kadar yapay bir dünya kurmaya çalışacaktı. Tabi ki aklı sayesinde elde ettiği bilgilere dayanan ve hayatını kolaylaştıran teknolojisi olmalıydı, ama bunu varoluşunun gerektirdiği açıkça gösterdiği, "doğayla bütün, doğanın parçası olma" halinden uzaklaşmamalıydı. Ulaştığı bilgi seviyesini, bu ilerlemesini borçlu olduğu aklıyla olumlu, üretici, doğaya yani kendine zarar vermeyen bir teknolojiye dönüştürebilirdi.

Descartes, doğayı, "hakim ve sahip olunacak" bir şey olarak tanımlıyordu. Evet insan, doğaya tüm bencil ve faydacı eğilimleriyle yaklaştı ve bu yüzden teknolojinin bugün ulaştığı yıkıcı boyut ve hizmet ettiği amaçlar sadece teknoloji kavramı ile açıklanamaz. İnsandaki niyeti aşan bir şeyler olmuştur. Bugün büyük miktarlarda atmosfere verilen atık gazların, nehir ve göllere boşaltılan endüstriyel sıvı atıkların , tarımsal kimyasalların, yiyeceklere eklenen zararlı katkı maddelerinin dünyanın çeşitli bölgelerinde kullanılan biyolojik ve kimyasal silahların sorumlusu gerçekten teknolojinin kendisi mi?Yoksa bu etkinliklerinden elde edilen artı değeri paylasan ve bu artı değeri daha da yükseltmek için teknolojiyi bir araç olarak kullanan sınıflar mıdır? 

"Çevrenin kirlenmesinin gerçek sorumluları büyük kar elde eden tekeller ve çok uluslu şirketlerdir. Bu kirliliğin etkilerine en çok maruz kalan kurbanlar ise emekleri ile çalışan kesimlerdir." 
(G.Hall:"Ecology:Can we survive under capitalism?"Int.Publ, 1972, s 7)



Üretimin tüm bileşenlerinin içerildiği ve kontrolünün en tepedeki sermaye sahibi sınıflarca yönlendirildiği ekonomik-toplumsal piramit, kontrolü elinde bulundurulan kesimlerin istek ve talepleri doğrultusunda işletilir. Bu durumda teknoloji çevresel yıkımın sorumlusu değil sadece bir parçasıdır. Bu üretim piramidini yönlendirme gücüne sahip ve bu üretim sürecinin sonucu oluşan faydayı (artı değeri) elde eden sermaye sahibi sınıflar bu yıkımın tek sorumlusudur. Burada onların güdümünde yürütülen siyasal iktidarı, şekillenen toplumsal, ekonomik, kültürel ve diğer yapılanmaları ve bunların üretim sürecindeki etki ve yansımalarını da gözden kaçırmamak gerekir. Tekelleşme, küreselleşme, vb. çevresel yıkım, kapitalist üretim biçiminin içsel bir parçasıdır ve bu üretim biçimi sürdükçe kaçınılmazdır. Kapitalist üretim biçiminin önceliği kar maksimizasyonu yerine çevresel duyarlılığa ve çevresel yıkımın giderilmesine vermesi ise kendisini reddetmesi demektir. İnsanın olduğu kadar (artı değerin paylaşımında emekçi kesimlere düşen ancak kendi işgüçlerini yeniden üretebilecek bir miktardır. Günümüz koşullarında bu miktar açlık sınırında ve her türlü güvenceden yoksun bir yasam düzeyine indirgenmiştir), doğanın da kapitalist üretim süreci tarafından amansızca sömürülmesi, varolan kapitalist sistem içinde yapılacak elektrik tasarrufu, kağıt toplama vb. küçük çaplı reform ve iyileştirmelerle ya da çevreyi kirleten endüstriyel isletmelere para cezası verme gibi önlemlerle çözülebilecek bir sorun değildir. Tümüyle demokratik, katılımcı, toplumsal, eşitlikçi, saydam vb niteliklere ulaşmamış ve iyi eğitilmiş kolektif bilince sahip inisiyatif kullanabilen bireylerden oluşmadan bir sistemde böylesi önlemler sonuç alıcı olamaz.

Çevre sorunlarının artması insanların bir yerlerde yanlış yaptığını göstermekteydi. Bu yanlışların tespit edilmesi ve doğru çözümlerin üretilmesi gerekiyordu. Böylece mekanist görüşe alternatif olarak "ekolojik görüş" ortaya çıktı. Bu görüşü savunanlara göre, çevre sorunlarının köklü çözümü için, insanları doğayla yanlış ilişki kurmaya sevk eden doğaya ilişkin kavramları, fikirleri, duyguları, yaşantıları, kültürel değerleri ve yasam tarzlarını derinliğine ele alıp incelemeleri, eleştirmeleri ve onlara alternatifler geliştirmeleri gerekiyordu. 

Ekolojik görüsün baslıca ilkeleri:

· DOĞANIN BÜTÜNLÜĞÜ İLKESİ: Doğada herşey birbirine bağlıdır. Çevreye yapılan her şeyin başka yer ve zamanlarda yan etkileri olacaktır. Bu etkilerin tümünü önceden görmek pratik olarak imkansızdır.

· DOĞANIN SINIRLILIĞI İLKESİ: Çevre ve yenilemez kaynaklar sınırlıdır. Kaynakların tükenmesini önlemek için, kullanılan kaynaklar yeniden kullanılmalıdır. Çevrenin kirliliği tolere etme kapasitesi çoktan aşılmıştır.

· DOĞANIN ÖZDENETİMİ İLKESİ: Ekosistem kendi yapısını düzenler, öğelerini dengede tutar, popülasyon denetimi yapar.

· ARTAN NÜFUSUN AĞIRLAŞTIRILMASI İLKESİ: Sınırlı kaynaklara karsın yasanan nüfus başlıca tehlikedir.

· DOĞANIN ÇESİTLİLİĞİ  İLKESİ

· DOĞAYA KARSI ELDE EDİLEN BASARILARIN BEDELİ VARDIR İLKESİ

· DOĞANIN GERİ TEPMESİ İLKESİ: Doğa öç alır.

· EN UZUN ÇÖZÜMÜ DOĞA BARINDIRIR İLKESİ: İnsan müdahalesinin ekosisteme yararı olabileceği çok zayıf bir faktördür. İnsan eylemleri aksine geri döndürülemeyecek kayıplara yol açmaktadır.

· DOĞA İLE BİRLİKTE GİTME İLKESİ: Örneğin tarım ilaçları yerine doğal böcek ilaçları kullanmak.

Ekolojik görüşce böyle belirlenen doğa ilkeleri ne yazık ki insanlarca kavramlastırılamadığından, ya da siyasal, finansal kaygılarla gözardı edildiğinden günümüz düzeni doğa felsefesince söyle belirlenebilir:

· Ekolojik sorun, kapitalist meta üretimi, değişimi ve paylaşımındaki çarpıklıklar ile doğal kaynaklar üzerindeki anti demokratik karar alma ve kontrol mekanizmalarından kaynaklanan sınıfsal bir olgudur.

· Ekolojik sorunların çözümü salt ekolojik duyarlılığın değil, siyasal, sınıfsal, toplumsal ve ekonomik girdilerin tümünü kapsayan geniş ölçekli bir yaklaşımla gündeme gelebilir. Bu bağlamda ekolojik sorunlar, yeryüzünün ve insanlığın topyekün kurtuluşuna yönelik bütünsel bir siyasal programın en öncelikli gündemlerinden birini oluşturmalıdır.

· İnsan doğada varolan türlerden biridir.Yasamını sürdürebilmek için doğadaki diğer türlerle etkileşim içinde olmak gereksinimindedir. Düşünebilme ve alet yapabilme yeteneklerini insanı doğadaki diğer türlerden farklılaştırır. Ancak bu farklılaşma zorunlu olarak insanın "doğaya hükmetme" ya da diğer türlere zarar verme eğilimini de beraberinde getirmez.

· Ekolojik krize neden olan etkinliklerden sağlanan fayda (artı değer) insan türü içinde eşit olarak paylaşılamamaktadır. İnsan türünün belli bir kesimi (sermaye sahibi sınıf) bu faydanın büyük bir bölümüne el koymaktadır. Bu eşitsiz bölüşüm ise ekolojik krizin sorumluluğunun bütünsel olarak insan türüne mal edilemiyeceğinin en önemli gerekçesidir. Dolayısıyla ekolojik krizin sorumluluğu insan doğasının değil, vahşi kapitalist sistemin isleyiş biçiminin bir sonucudur. Bu bağlamda ekolojik duyarlılığın ilk ve kaçınılmaz koşulu anti kapitalist, anti-emperyalist bir vurgu olmalıdır.

· Doğadaki bütün türlerin yaşamlarını dış etkiler olmaksızın sürdürebilme hakkı vardır/olmalıdır.Bu bağlamda, insan türüne olduğu kadar, diğer canlı türüne ya da bir doğa parçasına öncelik veren yaklaşımlar mahkum edilmelidir. Gereksinimi duyulan, doğanın bir bütün olarak kavranılması ve bu yönde bütünü kapsayan çözüm önerilerine gidilmelidir.

· Eğer belirli bir coğrafi bölgenin doğal dengesi ya da bir sınıfa ait insanların çevresel güvenliğinin, dünyanın diğer bölgelerinin ya da diğer bir sınıfın çevresel yıkımı pahasına sağlanması isteniyorsa, sorunun uluslararası boyutu gündemde tutulmalıdır.

İste doğa felsefesi, yasadığımız çağda böylesine "uyarıcı", sorunları "irdeleyici", "analitik", "nesnel" bir sorumluluğu yüklenmektedir. Yükselen kapitalist değerler, kültürel gelişimi ve yaşama ereğimizi zenginlik ve haz alma ülküleriyle doldurmuş adeta boğmuştur. Günümüzde doğa felsefenin sorduğu soru, bu şartlar dolayısıyla, insanın doğayı değiştirmeye devam etmesi mümkün müdür? sorusudur.

Bu ise doğa felsefesinin belki de en önemli dalı olan "ekolojik etik"in sorusudur. Ekolojik etik gelecek kuşakların varolma koşullarını yok edebilecek davranışlardan kaçınmak; sorumluluk temaları üzerinde durmaktadır.

Ekolojik çözümleri sergileyecek olan doğa felsefesi çalışmaları ve ekolojik etik'in yaygınlaşması, bilinçlere taşınması ancak sorunsalların pratik yasamın her alanında etki bırakabilmesi noktasında gerçekleşebilir. İste ancak o zaman ekoloji toplumunun oluşması hayal olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşebilir.

Referanslar : 

1. Güncel Önkal, BİR ÇAĞDAŞ FELSEFE PROBLEMİ OLARAK EKOLOJİ
2. Marksizim ve Ekoloji , Öteki Yayınevi, 2000-Ankara, Derleme
3. Zuhal Kara , Çağdas Ekolojik Krizin Düsünsel Boyutları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder