20 Ekim 2013 Pazar

"Varoluşçuluk" Üzerine

XX. y.y. ın başlangıcında Alman filozofu Edmund Husserl (1859- 1938) tarafından ortaya konulan Fenomenoloji, hem yöntem hem de yeni bir görüş olarak günümüz felsefesini etkilemiştir. Bu etkiyi en iyi şekilde irdeleyebilmek için kavramsal bir belirleme yapmamız gerekmektedir. Kullanıldığı bağlamlarda "fenomenoloji" ve "fenomenolojik" terimlerinin ne anlamlara geldiğini belirlemek her geçen gün daha da zorlaşmaktadır. Çünkü bu terimlerin XX. y.y. başlangıcında ortaya çıkan E. Husserl fenomenolojisinin belirlediği oldukça teknik bir nitelik taşıyan, felsefi anlamları vardır. Bu anlam tam olarak açıklığa kavuşturulmadıkça, söz konusu terimlerin hangi bağlamda ve nasıl kullanıldıkları müphem kalır. Bununla beraber, şüphesiz bu müphem kullanım biçiminin haklı kılındığı bir anlam elbetteki vardır. Çünkü  insanın kurgusal yapımlardan uzaklaşarak kendisini bilinçte sunulan verilerle-onları açıklamaktan çok, onları tasvir etmekle-sınırlaması yönündeki her girişim en azından yöntem bakımından fenomenolojiktir. 



Bu olgu, fenomenolojinin bazı filozoflarda ekzistans(varlık) felsefesi ile çok yakın bir işbirliği içinde olması dikkate alındığında, biraz daha ağırlaşır. Jean Paul Sartre'ın düşüncesi, bizim için, bu konuda tipik bir örnek oluşturur.



Kullanıldığı bağlam her ne olursa olsun, fenomenoloji teriminin bir kez daha "fenomen" ve "numen" arasında Kant tarafından ortaya konulan ayrıma işaret ettiği görülür. Kant'ın kendisi haddizatında bir fenomenoloji geliştirmemiş olmakla beraber, onun "Saf Aklın Kritiği" adlı eserinin "fenomen" ve "numen" ayrımını incelikle işlediği dikkate alınırsa, bu kritiğin zaman zaman fenomenolojinin bir türü olarak düşünülmesi anlaşılabilir hale gelir.


Yüzeysel bir bakış bile, bilim ve felsefede, fenomenolojik olarak incelenmeyen, bir görüşün neredeyse var olmadığını gösterir. Örneğin Heidegger, Jaspers, Sartre, Marcel ontolojik araştırmalarında fenomenolojik yöntemi geliştirmişlerdir. Binswanger fenomenolojiyi psikolojiye uygulamıştır. Ingarden ve Lipps fenomenolojik yöntemi estetiğe uygulamada başarılı olmuşlardır. Bu düşünürlerde üzerinde çalıştıkları alana fenomenolojik yöntemi uygulama gibi bir amaç birliği vardır. Ancak fenomenolojik yöntemden ve fenomenolojiden genel olarak söz ederken iki yönlü bir dezavantaj ortaya çıkmaktadır.

1- Öncelikle Kant' ın dehası o denli etkili olmuştur ki insan neredeyse kaçınılmaz olarak fenomenleri Kant'çı "numen" ve "fenomen" dikotomisi çerçevesinde düşünür. Ve böylece  fenomenolojinin ya Hume
da olduğu gibi duyusal görünüşlerin ötesine geçmeyi basit bir biçimde kabul etmeyen bir fenomenizm ya da araştırılan varlığın fenomenin ötesindeki bir şey olacağı bir skolastisizm türü olarak bir tür numenolojiye bir giriş evresi olmak zorunda olduğu düşüncesi doğar.

2- Genel olarak tüm fenomenologları bir arada toplama eğilimi vardır. Oysaki Husserl, biç bir öğrencisinin, kendisini sonuna kadar izleyemediği kendisine özgü bir felsefe geliştirerek, fenomenolojik hareketi başlatmıştır.

Fenomenoloji, Husserl'in felsefede tek ve biricik öğretmenim dediği Franz Brentano'nun öğretisinden çıkmış olan aynı tipteki iki eğilimden birisidir. Öteki eğilim daha sonraları kendisine Alois HÖFLER
(1853-1922) ile Christian EHRENFELS'in (1850-1932) de katıldığı Alexis MEİNONG (1853-1921) tarafından temsil edilmiştir. Meinong bir çok bakımlardan fenomenolojiye benzeyen bir nesne kuramı ortaya koymuştur. Bununla karşılaştırılamayacak denli önemli olan fenomenoloji ise Edmund Husserl' ce (1859-1938) kurulmuştur.


Husserl, en önemli yapıtlarından birine "Kartezyen Meditasyonlar" adını vermiştir. Bu başlık Husserl'in amacına uygundur. Çünkü bir yandan Husserl, felsefî idealini çok özel bir anlam içinde kartezyen bir ideal olarak görmektedir, diğer yandan da O'nun yöntemi son çözümlemede bir meditasyon yöntemidir. Kendisini apaçıklık ve kesinliğe duyduğu eğilim dolayısıyla Descartes'a benzeten Husserl, Descartes'ın
tek bir şüpbe duyulmaz ilkeye dayanarak bir dizi tümden gelim yoluyla yapmaya çalıştığı şeyi, biz aynı ilke üzerinde bir dizi meditasyon tekniği aracılığıyla gerçekleştireceğiz der gibidir. Ve böylece cogitonun özgün sezgisine Descartes'ın kendisinden çok sadık kaldığını belirten Husserl felsefesini üzerine oturtmak durumunda olduğu kesinlikleri bulduğu Descartes'çı cogitoya(akıl yürütme), basit bir biçimde, entansiyonalite ilkesini uygulamıştır. 



Fenomenoloji ve Ekzistans felsefesi arasında önemli farklar bulunmasına rağmen, her iki felsefî hareket canlı bir ilişki içerisindedir. Bu canlı ilişkinin kurulmasında, "fenomenolojinin, ekzistans filozofuna, O (ekzistans filozofu), insan ekzistansını konu edinen araştırmasını sürdürmek durumundaysa, ihtiyaç duyacağı yöntemi verir görünmesi" büyük rol oynar.

Ancak "Husserl'in bir " öz " felsefesi kurma amacıyla geliştirmiş olduğu fenomenolojik yönteme, varoluşçu filozofların karşıt yönde, bir varoluş felsefesi kurmak amacıyla yönelmiş oldukları unutulmamalıdır. Ekzistans filozofları, insan ekzistansını temele aldıkları için, onlara göre, önemli olan herhangi bir hadiseyi, dıştan objektif ve bilimsel bir şekilde anlatmak değil, onun ferd için taşıdığı anlamı ortaya koymaktır . 

O halde vurgulanması gereken nokta, bir hadisenin ne olduğu değil, bu hadiseyi belirli bir insanın nasıl yaşadığının tasvir edilmesidir. Yani tasvire dayalı bir yönteme ihtiyaç vardır. İşte bu yöntem fenomenolojidir. Tümel açıklama ve izahlara girmektense, yaşanan olayların bizzat onları yaşavan suje açısından tasvirini yapmaya çalışan fenomenoloji bu yüzden Sartre'a sağlam bir metod temeli oluşturur.



Sartre, Husserl ile Heidegger de birbirine bağlanmış olan fenomenoloji ve ekzistans felsefesi düşüncesi zincirinde, yeni bir halkadır. Sartre'ın ekzistans felsefesinin temel öğretisi, insan bilincinin özgürlüğüdür. Sartre'ın önemli romanlarından biri olan "Sinekler" de Jupiter' in "insanlar özgürdürler.... ama kendileri bilmiyorlar" savı Sartre'ın ekzistans felsefesinin temel ilkesini belirleyen bir düşüncedir.

Sartre için, insan varlığı (bilinci) özgürlüktür. Ancak  Kant ' ın ve Kierkegaard'ın tersine Sartre, bu özgürlüğü, insan eylemi ve ahlâkın çözümlenmemiş bir kabulü olarak bırakmaz. Özgürlüğün, insan ekzistansının koşullarında mevcut olduğunu savunur. Husserl ve Heidegger'den Sartre kendi savını, insan tecrübesine ilişkin ayrıntılı ön yargısız tasvir edici bir çözümleme ortaya koymanın aracını miras alır. Bu araç fenomenolojiden başka bir şey değildir. Sartre'ın en önemli felsefe eseri "Varlık Ve Hiçlik" (L'Etre et le Neant) in ikinci başlığı olan "Fenomenolojik Ontoloji Üzerine Bir Deneme" filozofun fenomenolojik yönüne dikkat çeker.  Fenomenolojinin temel problemi, Heidegger için, "Varlık" problemiydi. Heidegger ve Sartre'ın en Önemli eserlerinin isimleri; "Varlık ve Zaman" ile "Varlık ve Hiçlik" bize bu filozofların her ikisinde de varlığa ilişkin düşüncenin bir anahtar rolü oynadığını gösterir. Ve hattâ Sartre'ın "Varlık ve Hiçlik" adlı eseri, "Varlığa İlişkin Araştırma" olarak isimlendirilen bir önsözle başlar.


Heidegger ve Sartre da anahtar rolü oynayan varlık problemi, Husserl tarafından "epokhe"yi(yargının askıya alınması, ertelenmesi) uygularken ihmâl edilmiştir. Husserl fenomenolojik araştırmanın, dünyayı ve dünyanın içindeki "gerçek" nesneleri ayraç içerisine alarak başlaması ve tüm dikkatini yalnızca bilinçte göründükleri biçimiyle dünya fenomeni üzerinde yoğunlaştırması gerektiği inancındadır.

Heidegger, insanın "dünya-içinde-varlık" olmasının önemini vurgulamaktadır. Heidegger'e göre, insanın olmadığı yerde, dünyanın gerçekliği yoktur. Bu durumda, insan varlığının, "dünya-içinde-varlık" olduğunu söylemek, insanın gerçek varlığını, tüm somut bağlantılarının temeli olan "şahıs-dünya" bağlantısı ile tanımlamak demektir. Bu düşünceler ışığında, Heidegger'in hiç bir kartezyen şüphe ve Husserl'ci ayraç içerisine alma, insanı içinde yaşadığı dünyadan ayırma, gibi bir düşünceyi benimsemesinin söz konusu olmadığı belirginleşir.

Diğer taraftan Sartre ise, Heidegger'in yaptığı gibi, fenomenolojik epokhe'nin bu şekilde reddedilmesini kabul eder. Ve Heidegger ile fenomenoloji ve ontoloji arasında geçerli bir ayrım olamayacağı hususunda uyuşur. Sartre fenomenlerin ve kendinde şeyler (Sartre için özler) in birbirlerinden ayrılamayacağını savunur. Bununla birlikte Sartre'ın epistemolojisini, Husserl'e bir tepki olarak görmek yanıltıcıdır.  Sartre'ın karşı çıktığı şey felsefenin, görünüşleri gerçeklikten ayıran Kant'tan başlayarak aldığı doğrultudur.

Husserl'e göre, epokhe doğal dünyanın genel savından şüphe ederek, bu savı neden yokken yoksaymak değildi. Bu savı özgür olarak kullanmaktan uzak durmaktı. Ve Husserl, epokheyi, bilinç tarafından
teşkil edildiği biçimiyle dünyayı, yeniden gündeme getirebileceği beklentisiyle gerçekleştirmişti. Husserl'in epokhe anlayışını, dünyanın varoluşunun ihmâl edilmiş olması olarak gören Sartre ise Husserl'in bu anlayışının imkânsız olduğunu düşünmüştür. Çünkü Sartre, bilincin teşkil edici aktları (eylem, hareket) üzerinde bu ayraç içine alınmış dünyayı düşünmenin mümkün olmadığı inancındadır.
Sartre bu konuda "Varlık Ve Hiçlik" adlı eserinin önsözünde şöyle der: "Nesnenin gerçekliğini, öznel bir izlenimler çokluğunda ve onun nesnelliğini varlık-olmayan da bulmaya kalkışmak yararsız bir çabadır, nesnel olan öznel olandan, aşkın olan içkin olandan, Varlık da varlık olmayan'dan hiç bir zaman çıkmayacaktır . "  Oops, yavaş!  :)

Husserl'in her bilincin bir şeyin bilinci olduğu düşüncesinden hareket eden Sartre "bilinç bir şeyin bilincidir. Bu, aşkınlığın bilincin teşkil edici yapısı olduğu anlamına gelir. Yani bilinç, kendisi olmayan bir varlıkla desteklenmiş olarak doğar" demektedir. Burada aşkınlık fikri doğrudan doğruya nesnelerin kendilerine işaret etmektedir. Çünkü Sartre 'a göre biz ancak "bir kez Nietzsche nin "sahnenin gerisindeki dünyalar yanılsaması" adını verdiği şeyden uzaklaşır ve görünüşün ötesindeki varlığa artık daha fazla inanmazsak, görünüş bütünüyle pozitif bir şey haline gelir: Onun özü, artık daha fazla, varlığın karşısında olmayan,ancak tam tersine varlığın ölçüsü olan bir "görünme"dir. Çünkü bir varolanın varlığı tam tamına onun göründüğü şeydir. Böylelikle Husserl'in ya da Heidegger'in fenomenolojisinde bulabildiğimiz türden fenomen düşüncesine varırız: fenomen ya da "göreli-mutlak" olan. Geride fenomene göreli olan kalır, çünkü "görünme" özü itibariyle, kendisine görüneceği bir kimseyi var sayar. Ancak o Kant' ın görünüşünün iki yönlü göreliliğine sahip değildir. Varolan mutlak olarak vardır, çünkü o kendisini olduğu gibi gösterir. Fenomen olduğu gibi araştırılabilir ve tasvir edilebilir. Çünkü o kendi kendisini mutlak olarak gösteren şeydir. Görünüş ve öz ikiciliğini aynı ölçüde reddetmemizin nedeni budur. Görünüş özü gizlemez, onu açığa çıkarır; o özdür."



Fenomenolojinin, yalnızca "şeylerin kendilerine gitmesi gerektiği" üzerinde uyuşan fenomenologlar tarafından dünyayı numenal varlıklara başvurarak açıklama girişimi felsefenin dışında bırakılmıştır. Şeylerin kendilerinin, tecrübe edildikleri biçimiyle şeylerden ayrılmaması gerektiği vurgulanmıştır. Ekzistansı temele alan fenomenolojide, fenomenler ile numenler -tecrübenin nesneleriyle kendinde nesneler- arasındaki geleneksel ayırımın yeri yoktur. Şey ya da fenomen tıpkı göründüğü gibidir. Fenomenoloji yapmak fenomenlerin ya da görünüşlerin -Sartre bu kavramları birbirinden ayırmaz-tasvirlerini yapmaktır.

Sartre, ilk romanı olan "Bulantı"da Husserl'in "epokhe" anlayışına ve özne ile nesne ikiciliğine yönelttiği eleştirileri açıkça ortaya koyar. Bu yapıtta Sartre, nesnelerin nasıl olduklarını gözlemekle ya da daha basitçe kullanışları ile yetinen kahramanı Roquentin'in varoluşu nasıl bulup çıkardığını anlatır . Antoine Roquentin'in bir nesne ile,  bir kestane ağacının köküyle, insana bulantı veren bir karşılaşması vardır.  ".... Bulantı yakamı bırakmadı, kolay kolay bırakacağını da sanmıyorum; ama katlanmıyorum ona artık, o ne bir hastalık ne de geçici bir nöbet. O, ben'im. Evet, demin parktaydım. Kestane ağacının kökü tam benim kanapenin altında toprağa dalıyordu. Bunun bir kök olduğunu anımsamıyordum artık. Sözler ve onların yanısıra nesnelerin anlamları, kullanılış biçimleri, onların yüzeyine insanların çizdikleri hafif nirengiler (bir alanın üçgenlere bölünmesine verilen isim) de silinip
gitmişti. Biraz kanburum çıkık, başım önüme eğik, bu tümüyle kaba-saba, kara ve boğumlu yığının karşısına tek başıma oturmuştum. Sonra o şey doğdu içime... Birdenbire karşımdaydı, gün gibi açıktı bu: Varoluş birden çıkıvermişti ortaya. Soyut kategoriden zararsız bir şey edasını yitirmişti: nesnelerin hamurunun ta kendisiydi o, varoluşun içinde yuğrulmuştu bu kök.... Bu kök, onu açıklayamayacağım ölçüde vardı. "



Roquentin'in yaşamından aktarılan bu kısa kesit bile Husserl'in epokhe anlayışını yaşama somut bir biçimde uygulamanın ne denli güç olduğunu göstermektedir. Husserl ve Sartre arasındaki tek farklılık,
şüphesiz, Sartre'ın, Husserl'in epokhe anlayışını reddetmesi değildi. Felsefesini "neo-kartezyenizm" olarak değerlendiren Husserl, cogitoya ilişkin çalışmasında, bilincin (cogito) her zaman bir nesneye yöneldiğini vurgulamıştır.

Bununla birlikte Husserl, bilincin bilişsel yönleri üzerinde yoğunlaşmıştır. Oysaki Sartre, insan bilgisinden çok, insan davranışı ile ilgilenmiştir. Sartre, fenomenolojinin işinin bir amaca yönelik davranış biçimleri olarak, fenomenlerin anlamanı belirlemek olduğunu ifade etmiştir. Böylece Sartre'ın fenomenolojisinde bilinç, bilen bir bilinç olmaktan önce, yaşayan, aktif bir bilinç olarak çözümlenir. Ve bilincin öncelikle algılayan, hisseden bilinç olduğu vurgulanır.

Böylece bilincin bilişsel yönüne büyük önem veren Husserl, insan bilincinin "ontoloji öncesi" (preontolojik) yönlerini ihmâl ederken, Sartre ise pratik ve "ontoloji öncesi" (preontolojik) dünya içerisindeki varlığa önem vermiştir. Başka insanlarla olan ilişkilerimizin "kavram öncesi" (preverbal) yönlerine dikkat çeken Sartre ,bu ilişkilerimizdeki kavramsal ya da bilimsel bilgi ile ilgili problemlerin çok küçük bir rol oynadığını göstermiştir. 

Husserl'in ifade etmiş olduğu gibi "her bilincin bir şeye ilişkin bilinç" olduğunu söyleyen Sartre bu konuda şöyle der: "Bu şunu ifade eder ki, kendi dışındaki bir nesnenin pozisyonu olmayan bilinç, bilinç değildir veya diğer bir deyişle, bilincin "içeriği" yoktur. .... Bir masa, bir tasarım mahiyetinde de olsa bilincin içinde değildir."

Sartre'a göre, bilinç, entansiyonel(maksatlı) faaliyetten başka "hiç bir şey" değildir. O bir nesnenin kendisi ya da kendisi için bir nesne değildir. Bu düşünce Sartre'ı iki ayrı türden varlık arasında bir ayırım yapmaya götürmüştür. Kendisinde Varlık (etre en-soi), Kendisi İçin Varlık (etre pour soi). Sartre, Kendisinde Varlığı saçma, kaypak, donuk bir şey olarak tasvir eder. Onda hiç boşluk ya da delik yoktur. "0 varlık ne ise odur." Kendisinde Varlık olumsal bir varlıktır.

Kendisi İçin Varlığın özelliklerini ise eksik, akıcı, belirsiz olarak ifade etmektedir. Ve bu özelliklere sahip olan Kendisi İçin Varlık, insan bilincinin varlığına denktir. Sartre, "Varlık" sözcüğünü iki ayrı (dünya, bilinç) ancak birbirlerinden ayrılamaz gerçeklikleri göstermek için kullanmasına rağmen, sözcüğün en güçlü anlamı içinde, varlığın Kendisinde' nin tarafında bulunduğu açıktır. Çünkü Sartre'a göre, bilincin varlığı, hiçliğin varlığıdır.  "Bilinç her ne ise o değildir; her ne değilse odur . "

Sartre'a göre, "hiçlik dünyaya insanla girmiştir." Bu hiçliğin dünyaya insan bilinciyle girdiğini söylemekle aynı şeydir. "İnsan gerçekliğinin varlığı, Sartre'da varlık bilimsel bir fazlalık olarak değil, bir varlık eksikliği, varlığın tamlığındaki bir çatlak" olarak belirdiğinden dolayı insan gerçekliği ile birlikte dünyaya eksiklik de gelir.

Sartre, cogito üzerinde düşündüğümüzde ne buluruz sorusunu kendi kendine sormuştur. Husserl bir ego ve düşünce nesneleri (ego-cogitocogitatum) bulmuştu. Ancak "... Sartre'a göre, içsel bir yaşam yoktur. Bilinç nesneleri birleştirmez, onları değiştirmeksizin ya da hatta onlara dokunmaksızın bir rüzgâr gibi nesnelerin üzerinden geçer. Varlıklar, bilinç olmadığında her ne ise o olarak kalırlar. Bilinç, varlığa hiç bir şey eklemez. Yalnızca kendisiyle ilgili olan bir ilişki ekler. Zihinde ne resimler,
ne hayaller ne de formlar vardır. Onun tüm nesneleri zihnin dışındadır".

Diğer taraftan, Sartre ego'nun kendisini bilincin dışına çıkarır... O, Husserl'i fenomenolojik redüksiyonu ego üzerine uygulamamakla suçlar... Ego, entansiyonalitenin kaynağı ve yaratıcısı değildir. Ego'yu yaratan bilinçtir. Ego, bilincim için herhangi bir diğer nesne gibi nesnedir. O refleksif bilinç hallerinde yeni bir nesne olarak görünür.

Böylece Sartre'ın deyişiyle bilinç, kendisini bir şey yapmak isteyen ve en yüksek tutkusu Tanrı olmak olan varlıktaki deliktir. Bilinç daima olduğunun ötesinde bir şeydir, özgür olmaya mahkûmdur. İnsan gerçekliği tam tamına olmadığını olan ve olduğunu olmayan varlık olduğu için özgürlüğünden kaçamaz. Sartre'a göre, "Kendisi İçin, eksikliğinden dolayı seçer, özgürlük... eksiklik ile eşanlamlıdır."

Bir bilinç, varlığın bir hiçliğidir derken, aynı zamanda Sartre, "bilincin içinde hiç bir şey yoktur", diyor; böylece iç hayatı reddediyor.

Böylece Sartre, en içsel duygusal hallerin etkilerinin bile bilinçliliğini boşaltmıştır. Zaman zaman, kedere, nefrete, aşka yakalanırız. Bu duygular içerden gelir gibi görünürler ve bizim dünyayla ve diğer insanlarla olan ilişkilerimizi belirlerler. Kendime, refleksif olarak kederliyim, nefret ediyorum, seviyorum der demez, Sartre, benim transendental bir redüksiyon gerçekleştirmiş olduğumu söyler.  Sartre, bu redüksiyondan sonra, artık daha fazla kederli ve nefret dolu ya da aşık biri olmadığımı, çünkü bir kederli olma, bir aşk içinde olma halinin bilincine ulaştığımı göstermek istemektedir. Sartre, "bilincin varlığı, bu varlık kendisinden başka bir varlığı gerektirdiği için şüpheli olan, sorgulanan bir varlıktır ." der.



Sartre'a göre, bilinç; Kendisinde Varlık tarzında değil de, hiçleyici davranışları yoluyla kendisini varlıktan ayıran ve böyle yaparken de dünyayı bilincin dünyası yapan olumsuzlamaları yoluyla .... (varolur). Sorgulama, olumsuzlama, hayal kurma, şüphe etme v.s. türünden hiçleyici faaliyetlerine ilişkin tasvirlerinde Sartre bilinç tanımının dayandığı verileri ortaya koyar, hiçleme aktları adını Verdiği belli noetik(akli faliyetle ilgili) bilinç akılarının nesnel bağlılaşıkları olarak bir dizi olumsuzlama ortaya koyar ve olumsuz olanın Sartre'ın felsefesinde geniş bir statüsü vardır.

Hayal gücünün (imagination) fenomenolojisine ilişkin çalışmalarında Sartre, bu konuya açıklık getirerek hayal kurmanın önemini belirtmektedir. Hayal gücü konusundaki çalışmalarında Sartre, Husserl'in epokhesinin, algı ile hayal gücü arasındaki ve pasif olarak alınan fenomenlerle, bizim aktif olarak meydana getirdiğimiz fenomenler arasındaki çok önemli ayrımı gözden kaçırdığını savunur. Husserl'in fenomenolojisine göre, tüm fenomenler ayraç içerisine alındıktan sonra onların bilinç tarafından teşkil edildiği gösterilir. Bunun sonucu olarak algı ile hayal gücü arasındaki bir ayrım olanaklı görünmemektedir. Husseri ile Sartre arasındaki ayrılığı ortaya koyan ilk problem budur. Ancak hem Sartre hem Husserl'e göre algılanan nesne ve hayal edilen nesne birbirlerinden ayırd edilemez. Sartre'a göre bu sandalyeyi ister algılayım, ister hayal edeyim, algımın ve hayalimin nesnesi özdeştir, üzerinde oturduğum sandalyedir.  Algılanan nesne ile hayal edilen nesne arasında hiç bir fark yoktur. Sartre'ın bu sonucu ortaya koyduğu biçimiyle ikisi arasındaki  fark "hiç bir şey" (nothing) dir. Bu "hiç bir şey"in Sartre için özel bir anlamı vardır. Ve "hiç bir şey" çok önemli bir kavram olan özgürlüğe eşit olacaktır. Algı ile hayal gücü arasındaki farklılık öyleyse,  hayal gücünün özgürlüğüyle algının özgürlükten yoksun olması arasındaki farklılıktır. Bu bilincin nesnelerindeki bir farklılık değil,
bilincin akdarında ortaya çıkan bir farklılıktır. Hayal etme aktı özel bir hiçleme aktını, bilincin nesnesini yok etme, ihmâl etme ya da onların ötesine gitme yetisini içerir.

Sartre, hakikatte iki Pierre yoktur demekteydi: Batı Afrika'da bulunan gerçek Pierre ve benim şuurumda olduğu düşünülen hayalî Pierre. Ben'in gerçekteki Pierre'e onu burada zihni çevremde ortaya çıkarmak iddiasıyla tek bir müracaatı vardır. Hayal kurmak, mevcut olmayan obje ile bir çeşit münasebet tavrı oluşturmaktır. Ancak şurası da gerçektir ki hayal gücü için hareket noktası her zaman, bilincin gerçek olanla, algısal dünya ile olan spesifik bir ilişkisidir. Hayal gücü, bu gerçek dünyaya, sabit bir arka plân olarak gerek duyar. Hayal ürünü olan bir şey kendi garantisini taşıyan ve bir algı temeli üzerinde gerçek diye kavranan nesneden farklı bir biçimde öne sürülür. 

Bu düşünceler ışığında Sartre felsefesinde hayalin belli bir hiçlik içerdiği belirginleşmektedir. Hiçliğin tecrübesi her zaman varlığın tecrübesinde ve varlığın tecrübesiyle verilir. Ve bilinç hiç bir zaman Kendisinde Varlığı bir bütün olarak hiçleyemez. Bir hiçleme aktı, varlığın bütünlüğü temeli üzerinde tikel bir varlığı olumsuzlama ya da yalıtlama (ya da sorgulama) aklıdır. Sartre, hiçliğin temeli olarak olumsuz yargıyı almak yerine refleksif olan bilincin, herhangi bir yargısından önce gelen, bir hiçlik tecrübesi bulunduğunu göstermeye çalışmıştır.



Sartre'ın varlık olarak tanımlanamayan, hiçlik olarak tanımlanan bilince ilişkin fenomenolojisinin en yüksek amacı bilinci bütünüyle tözleştirmekten çıkarmaktır, onun hiç bir karakteristiğe sahip olmadığını göstermektir. Onun şeylerin yasalarından hiç birine tabiî olmadığını ortaya koymaktır. Onun şu ya da bu niteliğe sahip olamayacağını ancak ona (onun) çok değişik şekiller alabilen hiçleyici davranışlarına ilişkin bir inceleme yoluyla yaklaşılabileceğini göstermektir. Bu bilinç akdarının birlikli yapısı olumsuz olarak "hiç bir şey olma" tecrübesi ile ya da olumlu olarak "özgür olma" tecrübesi ile dile getirilebilir.

Sartre felsefesinde hiçleyici davranışlara sahip olan "bilinç" in ontolojik gerçekliği kaçınılmaz olarak Özgürlüktür. Bu özgürlük olumsuzdur, Sartre'ın tüm fenomenolojik araştırması olumsuz olanın açıkça
gözlenmesinden başka bir şey değildir. Wilfred Desan'ın da önemle vurguladığı gibi Sartre'ın fenomenolojik yaklaşımı sonunda bir başarısızlık olarak görülebilir. Ancak O'nun en büyük erdemi tam anlamıyla bu başarısızlıkta yatmaktadır. Çünkü girişilmek durumunda olan bir teşebbüsün sonucu olup, O'nun daha radikal çabası, tek başına fenomenolojinin, ontolojinin problemlerim çözmek için yetersiz olduğudur.

Referanslar ve İleri Okumalar;

1. J.P. Sartre Felsefesinde Varlık Hakkında Fenomonolojik Araştırma, Emel Koç
2. Bulantı, J.P. Sartre
3. Varlık ve Hiçlik, J.P. Sartre
4. Varlık ve Zaman, M. Heidegger
5. Çağdaş Avrupa Felsefesi, I.M. Bochenski  
6. Ekzistans ve Felsefe Üzerine Görüşler, K. Gürsoy
7. İnsan İlimleri ve Fenomenoloji, M. Merleau-Ponty 
8. J.P. Sartre ve Tabiatüstünün Bilinmemesi, C. Moeller 
9. Varoluş Felsefelerine Giriş, M. Emmanuel
10. Sinekler, J.P. Sartre




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder