Fideizmin, sanıldığının aksine, basit ve kolayca tanımlanabilir bir terim olmadığını belirtmemiz gerekir. Bunun başta gelen nedenlerinden birisi, akıl ve iman kavramlarını tanımlamadaki güçlüktür. Bu güçlük sürdüğü müddetçe, fideizmin tanımlanması konusundaki tartışmaların bitmesi de mümkün değildir. Batı düşüncesinin tarihi serüveni içerisinde fideizmin, çeşitli gelenekler oluşturacak ölçüde etkinliğinin olduğunu söyleyebiliriz. Fideizm gelenekleri arasında, hem sadelik hem de kuşatıcılık açısından dikkat çekici olan "şüpheci fideizm" geleneğinin daha etkili olduğu görülebilir.
Epistemolojik açıdan değil de akıl-iman iliskişi açısından fideizmi değerlendirdigimizde terimin anlamının daha belirgin olduğu söylenebilir. Bu bağlamda fideizmin iki temel iddiayı seslendirdiği söylenebilir.
(1) Akıl ve iman arasında bir uyumsuzluk ve çatışma hali hüküm sürdüğünden, kişinin akla ve delile dayalı olarak iman etmesi mümkün değildir.
(2) Akıl ve iman her ikisi de doğaları itibariyle değerlendirmeye tâbi tutulduğunda, akıl ve iman arasında herhangi bir uyumlu ilişkinin varlığından veya gerekliliğinden bahsedilemeyeceği anlaşılacaktır.
Özelikle Kierkegaard ve Pascal’dan hareketle, bu iki iddianın haklılığı üzerine yapılan değerlendirmeler, fideizmin kolaylıkla savunulabilir bir görüş olmadığını göstermiştir.
Fideizmi belirgin ve anlaşılır kılan hususun, kelimenin en basit anlamıyla aklın, zımnen veya alenen kötülenmesi ve akıl karşıtlığı olduğu açıktır. Fideistler, savundukları iman modelini en temelde kuşkucu argümanlara dayalı olarak ‘akıl eleştirisi’ üzerine inşa etmektedirler. Dolayısıyla, şüphecilik çürütüldüğünde, fideizmin aklın yetersizliği konusunda felsefi anlamda söyleyecek bir sözü kalmayacaktır. Diğer bir husus, fideizmin, duyguyu ve iradeyi öne çıkaran, inanç oluşumunda göreceliği ve öznelliği savunan bir yapıda olmasıdır. Bu bağlamda imanın, önermesel bir tutum olmadığı iddia edilmektedir. Hâlbuki iman, önermesel bir tutum olarak anlaşılmazsa kisinin neye inandığının bir önemi kalmayacaktır. Oysa bir kimsenin doğru inançlar edinmesi için nasıl inandığından çok neye inandığının daha önemli olduğu açıktır.
Din felsefesinin ana konularından biri olan akıl-iman ilişkisi, bütün dinleri ilgilendiren bir meseledir. Dolayısıyla fideizm genel bir terim olarak kullanılabilir. Akla, delile ve sağduyuya sırt çeviren bir tutum olarak seküler alanda bile fideistlerden söz edilebilir. Ancak bir fideist belli bir dinin iman esaslarını benimsemiş bir kisi olduğundan, fideizm terimini genel anlamda kullanmanın sıkıntısını yaşamak kaçınılmaz olmaktadır. Fakat şu konu açıklığa kavuşmuş bulunduğunu belirtmekte yarar var: Fideizm, Hristiyan düşüncesinin ürettiği bir terimdir ve Hristiyan imanını savunma biçimlerinden birisidir. Öyle ki, bazı kaynaklarda fideizmin Hristiyanlığa ait itikadi bir mezhep gibi kullanıldığı görülmektedir.
Fideizm nedir? Hristiyan düşünce tarihî, bir fideizm tarihî olarak okunacak ölçüde fideizm müdafasına sahiptir. Fideist tutumun özellikle buhran dönemlerinde, yani Batı toplumunda Hristiyanlığın temel inanç esaslarının bilimsel ve felsefi eleştirilerin hücumuna uğradığı dönemlerde yükselişe geçtiği tesbit edilebilir. Fideizmin en ateşli savunucusu olan Kierkegaard, böyle bir dönemde sahne almıştır. Fakat onun dışlayıcı fideizminin tepkisel olmaktan öte varoluşsal kaygılarının bir ürünü olduğu söylenebilir. Yaşadığı toplumun ikiyüzlülüğü ve Hegel’in onu tatmin etmeyen iman anlayışı, fideizmi felsefi düzlemde ele almasına yol açmış olmalıdır.
Belki Kierkegaard’ın kendi içinde tutarlı bir iman anlayışı geliştirdiği söylenebilir, ama onun önerdiği türden bir iman modelinin uygulanabilir ve yaşanabilir olduğundan söz etmek pek mümkün gözükmemektedir. Çünkü akıl ile iman arasında sürekli gelgitler yaşayacağı anlaşılan bir fideistin, her defasında imanın baskın gelmesini beklemesi anlaşılabilir gibi değildir. Bu bağlamda, iradi bir fiille imanlı olmayı ve bunu sürdürmeyi başardığı düşünülen bir kimsenin böyle bir gerilime nasıl ve nereye kadar katlanabileceğini sorgulamak hakkımızdır. Kierkegaard’ın iddia ettiği gibi, imanın talep ettiği kesin karar ve bağlılık düzeyine, ancak akla karsı olarak ve ona rağmen ulaşılabileceğinden kuşku duymak için de haklı gerekçelerimiz vardır. İman etmek zaten kesin olmayan bir şeye inanmayı içeriyorsa, inanılan şeyin daha sonra iman sayesinde bir şekilde kesin hale dönüşüp dönüşmemesinin bir anlamı olmasa gerektir.
Kierkegaard’ın radikal fideizminin dayattığı koşullar altında bir imanın varlığından söz etmek mümkün gözükmemektedir. Bununla birlikte, Kierkegaard ve diğer fideistlerin ortaya koyduğu, iman tanımlarına ve onun doğasına ilişkin varılan sonuçlara, ideal anlamda bir değer atfeden bir mü’minin, fideizmin cazibesine kapılabileceği söylenebilir. Fakat iman gerçekleştirilebilir ve yaşanılabilir bir şeyse, bir takım katı tanımların ve koşulların içine hapsedilemeyecek bir esneklikte olması gerektiği düşünülebilir. Sanırım burada meselenin özünü, hayatta çoğu kez karsımıza çıkan ‘teori ve pratik’ ya da ‘ideal ve gerçeklik’ sorunu oluşturmaktadır. Fideizm imanın pratik yönünü vurgulamayı ve geliştirmeyi hedeflerken, uygulanabilir bir iman modeli olarak çok teorik bir düzlemde kalmaktadır. İnsan doğasının bir takım bâtıl inançlar edinmeye; aklın ve sağduyunun çizgisinden sapmaya eğilimli olduğunu dikkate aldığımızda, fideizmin kimilerine çekici gelebileceğini düşünebiliriz. Fakat böyle bir neden ileri sürmek kuskusuz tek basına yeterli olmayacaktır. Çünkü dinî inançların tasdiki söz konusu olduğunda, fideist tutumu besleyen bir takım unsurların varlığı göz ardı edilemez. Salt Tanrı’nın var olduğu inancını ele alırsak, özellikle Tanrı teriminin anlam ve referansı ile Tanrı’nın kanıtlanabilirliği konularında bir takım güçlüklerin olduğu görülebilir. İ manın nesnesi konumundaki Tanrı, tanımı gereği zaman ve mekânda yer almadığından, insan tecrübesini aşmaktadır. Fakat bu durum, Tanrı’nın varlığının bilinmesi konusunda insanoğlunun yetkisiz ya da yetkisini aşan bir akla sahip olduğu sonucunu zorunlu kılmamaktadır. Bu bağlamda akıl alanı ile iman alanı arasında keskin bir ayrıma gitmenin doğru ve gerekli olmadığı kolaylıkla savunulabilir. Dolayısıyla iman konularının, aklın soruşturma alanının dışında kaldığı iddiası sağlam bir temele dayanmamaktadır. Bu iddiadan hareketle, imanın sadece fideist bir tutumun ürünü olduğu ve imani konuların sadece fideist bir yaklaşım sergilemeye elverişli olduğu anlayışını dayatan bir neden gözükmemektedir.
Modern düşüncede Descartes, Spinoza, Locke ve Leibniz gibi filozofların sözcülüğünü yaptığı rasyonel teoloji geleneğinin, akıl karsısında imanı baskı altında tutmaya çalışan sekülerizm ve pozitivizm gibi akımlar karsısında, içeriden ve dışarıdan gelen eleştirilere rağmen, etkinliğinden hiçbir şey kaybetmemesi aklın yetkinliğinin bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Klasik Tanrı kanıtlamaları hâlâ çürütülebilmiş değildir ve yeniden formule edilerek canlılıklarını korumayı sürdürmektedirler.
İnsan ve evren hakkındaki bilgimiz arttıkça, aklın rehberliğinde Tanrı’ya giden yolun daha açık hale geldiği bile söylenebilir. Bir takım düşünürlerin fideizmi benimsemesinin belki de en önemli nedenlerinin basında, onların insan doğasına ilişkin olumsuz görüşleri gelmektedir. Bu olumsuz görüsün temelinde, insanın dünyaya atılmış çaresiz bir varlık olusu ve günahkâr bir doğa ile dünyaya gelişi yatmaktadır. Buna bağlı olarak insan aklının son derece sınırlı bir kapasiteye sahip olduğu sonucuna varılmaktadır. Fakat insan doğasını bu şekilde tanımlamak zorunda değiliz. Ya da en azından bu konuda ikna edici bir takım gerekçelerin sunulmasını isteyebiliriz. Neden İ slam’ın değil de Hristiyanlıgın insana ilişkin açıklamalarını ve sunduğu insan modelini tercih etmeliyim? Bu sorunun cevabı insan aklının sınırlarını ne ölçüde genişletebileceğim ile de ilgili gözükmektedir.
Örnegin, İslam düşünce geleneğinde önemli bir yere sahip olan imam Mâtürîdî’ye göre, akıl Allah’ın en büyük nimetidir. Doğruyu yanlıştan ve iyiyi kötüden ayıran bir araçtır. Duyular ve haberin yanında bir bilgi edinme vasıtası olarak akla her alanda ihtiyaç vardır. Mâtürîdî, aklın sınırlı olusunu ve bilgi edinme gücünün sonsuz olmadığını teslim eder. Bu yüzden akıl şeyleri ve olayları tüm yönleriyle bilemez. Allah’ın zâtını ve mahiyetini kuşatamaz. Fakat bu durum, aklın doğru inançlara eriştiren güvenilir bir kaynak olmadığını göstermez. İnsan aklıyla Tanrı’nın var ve bir olduğu sonucuna varabilir. İ man etmek için vahiy ne kadar gerekliyse, akıl da o kadar gereklidir.
Hristiyan düşünce geleneği içerisinde aklı tümüyle değersizleştirmeyen ve Hristiyan dogmalarının temellendirilebilir olduğunu iddia eden görüsün hâkim olduğu söylenebilir. Üzerinde durduğumuz gibi, Katolik Kilise, fideizmi bir sapkınlık olarak görmekte ve fideist iman anlayışının temellerini atan kimi Kilise Babalarını bu doğrultuda yorumlamamaktadır. Bununla birlikte, bugün için akıl-iman ilişkisini anlamada ve teizmin rasyonelliğini ortaya sermede din felsefesine en büyük katkının Hristiyan düşünürlerce yapıldığı açıktır. Fakat İmam Maturidi ile ilgili saptama su açıdan önem arz etmektedir. Swinburne’ün ‘kafa imanı’ olarak nitelendirdiği Thomist iman anlayısının mimarı kabul edilen Aquinas bile, aklın hakikatleri ve imanın hakikatleri ayrımına giderek fideizme kapı aralar bir görüntü sergilemektedir. Dolayısıyla aslî günah ögretisinin akıl-iman ilişkisi sorununu ele alış ve çözme biçimi üzerindeki yoğun etkisi sezilebilmektedir. Bu bakımdan, Hristiyan bir din felsefecisinin aklın doğası ve sınırları konusunda bir Maturidi kadar rahat bir manevra alanına sahip olduğunu söylemek zor gözükmektedir.
Kuskusuz aklın bir sınırı, bilebileceği ve bilemeyeceği şeyler vardır. Aklın bir sınırından bahsediyorsak, hakikate ulaşmada aklın sınırının ne olduğu sorusunu cevaplamanın oldukça zor ve sıkıntı verici olduğunu kabul etmemiz gerekir. Çünkü bu sınırı çizecek olan yine aklın kendisidir. Dolayısıyla, konu biraz da yargıcı kim yargılayacak sorusuna benzemektedir. Fakat aklın metafizik olanı düşünmekten kendini alıkoyamadığında bir şüphe yoktur. Akıl, Tanrı sorunu ile yüzleşmeye ve doğru inançlar edinmeye isteklidir ve bu isteğini gerçeğe dönüştürebilmektedir. Elimizde başka bir yeti olmadığına göre, aklın sesine kulak vermekten başka çaremiz yoktur.
Fideizmin iddia ettiği gibi, eğer aklın sınırları Tanrı tarafından belirlenmişse ve biz Tanrı’yı tanıma noktasında tüm rasyonel araçlardan yoksun bırakılmışsak, o zaman Tanrı kendisinin bilinmesini istemiyor demektir. İman, aklın isleyişinin iptali anlamında, Tanrı’nın bir armağanı ise, bu durumda dünyada var olmamızın bir amacından ve anlamından söz etmek pek mümkün gözükmemektedir. Bununla birlikte, ‘iman bir kimseye sadece ilahi lütfun müdahalesi yoluyla gelebilir’ varsayımı zorunlu değil, kontenjan(contingent) doğru olabilir.
Fideistlerin önerdiği sekliyle, akla ve kanıta dayalı olmaksızın, günümüzde kaç kisi iman edebilir ya da imanını koruyabilir? Kierkegaard’ın savunduğu türden bir mü’min olmayı nasıl başarabilir? Dolayısıyla Kierkegaard’ın, gerçekten iman edenlerin bir kümesini oluşturduğunu düşündüğümüzde, çok az sayıda üyesinin olacağı açıktır. Hâlbuki Tanrı, bizim iyiliğimizi ve O’nu tanımamızı istiyorsa iman etmeyi zorlaştırmaması gerekir. Ebedi mutluluğumuz Tanrı hakkında doğru inançlar edinmeye bağlıysa bizi yardımsız bırakmaması gerekir.
Radikal fideizmin akıl karsısındaki tutumu nettir. Tertullianus ve Kierkegaard ile açık ifadesini bulan bu düşünceye göre, uygun bir şekilde anlaşıldıgı takdirde, imanın kaçınılmaz surette paradokslar üreten bir karaktere sahip olduğu görülecektir. Kierkegaard açıkça, imanın rasyonel olmadığını ve olmaması gerektiğini savunmaktadır. Radikal fideizm, genel olarak dinsel bilgimizin, özel olarak Tanrı
hakkındaki bilgimizin yalnızca imana dayanması gerektiğini söylemektedir. Bu, aklı bir bilgi kaynağı olarak görmemelerinin doğal bir sonucudur. Fakat fideistlerin Tanrı hakkındaki bilgimizin imana dayandığını söylemeleri ilk bakışta sorunlu gibi gözükmese de iman yoluyla iman etmek gibi totolojik bir ifadeyi içerdiğinden anlamsızdır. Üstelik aklın değil, imanın önemli olduğu iddiası, tohum değil, filiz önemlidir demek gibidir. Tarlaya tohum ekmeden filizin çıkmasını beklemeye benzemektedir.
Fideizmin temel yanılgısı, imanın ontolojik boyutunu güçlendirmek için, epistemolojik boyutunun bir kenara bırakılması gerektiğini düşünmesidir. Din ve dinî inançlar rasyonel alanın dışında görüldügü için, dini rasyonel olarak anlamaya ve dinî inançları rasyonel olarak temellendirmeye yönelik tüm çabalar beyhude çabalar olarak görülmektedir. Bir fideist, Tanrı’nın varolduğu konusunda haklı olabilir. Fakat o Tanrı’nın varolduğunu nasıl bildiğini açıklayamadığı sürece, Tanrı’nın varlığı onun için bir varsayımdan öteye geçemez.
Kierkegaard’ın, imanı, Tanrı ile öznel bir ilişki, tutku dolu bir teslimiyet hâli olarak tanımlaması, pek çok yönden eleştiriye açıktır. Bir kimsenin iman sıçraması yapmadan önce teslim olduğu Tanrı’nın gerçekliği konusunda bir takım gerekçelere sahip olması gerekir. Ayrıca kisi, iman sıçramasını nasıl ve neye göre yapacaktır? Bu fideist tutumun temel hatası, imanın nesnesini ve kognitif içeriğini önemsiz bir konuma iterek, iman olgusunu bireyin derin ruh halinden kaynaklanan bir tutkuya ve belirsizliğe indirgemesidir. Teizm açısından bir sorun teşkil eden bu düşünceye göre, iman edilen ve tapınılan varlığın ne olduğunun bir önemi kalmamaktadır. Oysa kisinin doğru bir Tanrı ile ilişki kurabilmesinin tek yolu aklını kullanmasıdır.
Birbirleriyle çelişen iddialar karsısında bir tercihte bulunmamızı sağlayacak bir takım rasyonel ya da nesnel ölçütlere sahip olmadıkça, dinî bir inancın doğruluğu sorunu cevapsız kalacaktır. Fideistlerin en azından çelişmezlik ilkesini doğruluk için menfi bir ölçüt olarak kabul etmeleri gerekir. Aksi takdirde doğruyu yanlıştan ayırmanın hiç bir yolu yoktur. Sorgulamaya, eleştirel düşünceye ve akla cephe alan, dinî doğruluk iddialarını rasyonel değerlendirmenin dışında gören bir iman anlayışının, insanları din konusunda sağlıklı bir tutuma götürecek düşünceler ve eylemler üretebileceği beklenmemelidir. Zaten pratik hayatta bunun örneklerini gözlemlemek mümkündür. Bu açılardan bakıldığında fideizmin savunulabilir bir tarafı yoktur.
İ manın zarurî olarak akıl ile çatıstığını ve irrasyonel olduğunu savunan fideizmin felsefi, ahlaki, dinî ve hatta siyasi düzlemlerde bir takım yansımalarının olması kuvvetle muhtemeldir. Felsefi düzlemde, imanın akıl dışılığı mutlak şüpheciliği gerektirecektir. Bu durum hayatın her alanında akıl yürütmeyi olanaksızlaştırır. Fideistin çelişmezlik ilkesini yadsıması bir yana, kendi varlığından şüphe etmesi gerekir. Ahlaki düzlemde, akıl dışılık, ahlak ilkelerinin evrenselliği özelliğini yok eder. En korkunç suçlar bile Tanrı adına işlendiklerinde meşru ve doğal karşılanabilir. Dinî düzlemde, bir takım dogmalara akla rağmen ve körü körüne bağlılık inanan kisiyi bir robottan farksız kılacağından, hak din ile batıl din arasında bir tercihte bulunma imkânını ortadan kaldıracaktır. Düşüncesiz, kayıtsız ve şartsız teslimiyet fanatizmdir. Siyasi düzlemde, akıl dışılık inanan kimseyi dinî otorite ile çatışma içinde bırakacağından fideist tutum kargaşaya yol açabilecekir.
Rasyonellik insanoğlunun temel erdemidir ve diğer bütün erdemlerin kaynağıdır. Rasyonellik, her alanda gözetilmesi gereken, akla ve mantığa dayalı inşa edici ilkeler bütünüdür. İmanın bilgiye dayanmadığında ısrar den Kant bile, imanın rasyonel olması gerektiğini şiddetle vurgulamaktadır. Başka konularda olduğu gibi iman konusunda da rehberimiz akıl olmalıdır. Tüm inançlarımız gibi, dinî
inançlarımız da aklın denetimine tâbi tutulabilmelidir. İ nanç önermeleri söz konusu olduğunda, mantıksal çelişmezlik ve tutarlılık aramak ilk işimiz olmalıdır.
İ man son derece önemli bir konudur. Çünkü ebedi mutluluğumuz iman edip etmememize bağlıdır. İmanlı olmak ya da olmamak, yaşantımızı bir bütün olarak etkileyeceğinden iradenin keyfi tercihine bırakılamayacak kadar hayati bir karardır. Bu konuda doğruya ulaşmak için, insan tüm yetilerini ve bilgilerini kullanmalıdır. Burada kullanılabilecek en güvenilir yetimiz ise aklımız ve onun mevcut bilgilerimiz ığığındaki değerlendirme gücüdür. İnsanın sorumluluğu akıllı bir varlık olmasından kaynaklanıyorsa, bu sorumluluğu gerekli kılan konularda karar vermek de büyük ölçüde akla dayalı olmalıdır.
İmanda akılcılık, sadece akıllı varlıklar olmamızın gerektirdiği entelektüel bir gereklilik değil, aynı zamanda ahlaki varlıklar olmamızın gerektirdiği etik bir sorumluluktur. Dolayısıyla inanç ahlakını benimsemek ödevimiz olmalıdır. Bir inancı sabırlı ve dürüst bir araştırmanın neticesinde, akla ve yeterli delillere dayalı olarak edinmek yerine, kuşkuları bastırmakla yetinmek ahlaki değildir. İkna edici yeterli delil yoksa, kisi, inanmama cesaretini de gösterebilmelidir. Kaldı ki fideizm ve ateizm arasında bir tercihte bulunmak zorunda kalmış bir kimsenin fideizmi tercih etmesi daha olası gözükmektedir.
Fideizmin belki de tek olumlu yanı, imanın, hissiyattan yoksun akli bir tasdikten ibaret olmadığını ve sadece entelektüel bir boyutunun bulunmadığını akla hatırlatmasıdır. Bu noktada Kant’ın ifadesini biraz degiştirerek belki söyle diyebiliriz: ‘Akıl olmadan iman boştur, iman olmadan akıl kördür.’ Bu söz anlamak için inanıyorum anlamında düşünülmemelidir. Gerçek iman, varolussal anlamda insanı olgun ve yetkin bir kişiliğe büründüreceğinden, iman sahibi bir kimsenin aklını doğru yolda kullanmasını güvence altına alacağı bile söylenebilir.
Referanslar;
1. Osman Murat Deniz, Akıl ve İman İlişkisi Açısından Fideizm
2. R. Alpyagıl, Wittgenstein ve Kierkegaard’dan Hareketle Din Felsefesi Yapmak
3. K. Batak, Tanrı’yı Bilmek: Alvin Plantinga’nın Din Felsefesinde Tanrı ve Epistemoloji
4. Gottfried Wilhem Leibniz, İmanla Aklın Uygunlugu Üzerine Konusma
5. Hanifi Özcan, Birbirine Zıt İ ki Epistemolojik Yaklaşım: Temelcilik ve İ mancılık
6. İmam Maturidi, Tevhid
7. Mehmet Sait Reçber, Tanrı’yı Bilmenin İ mkânı ve Mahiyeti
8. Mehmet Sait Reçber, Tanrı Terimi Üzerine
9. Abdullatif Tüzer, Bir Varolusçunun İ man Savunusu: Pascal’da Fideizm ve Gazali Açısından bir Degerlendirme
10. Ferit Uslu, Felsefi Açıdan İ manı Temellendirme
11. Cafer Sadık Yaran, Günümüz Din Felsefesinde Tanrı İ nancının Akliligi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder