Tanrı’nın varlığını kanıtlamak için ortaya konulan delillerden Hegel’e göre en eskisi olan kozmolojik delil, genel olarak kozmos olarak kabul edilen evren ve evrendeki olgulardan yola çıkarak oluşturulmuştur. Delilin özünü, var olan bir şeyin varoluşunun tam olarak açıklanması gerektiği seklindeki, izahat prensibi oluşturur. Evreni ve evrendeki olusun izahını antik Yunan felsefesine kadar
götürebilsek de, kozmolojik delilin ilk versiyonlarını Platon’dan itibaren görürüz. Delilin önemli bir özelliği de tek bir şekilde değil, farklı formlar ile ifade edilmesidir. Evrendeki oluş, değişme ve hareketten yola çıkarak İ lk Muharrik delili, her varlığın ya da olayın bir sebebi olması gerektiği seklindeki İ lk Sebep delili, varlığın mahiyetinin analizinden oluşturulan i mkan delili, her varlığın olduğu sekliyle bir açıklaması olması gerektiğinden, yani Yeter Sebep ilkesinden hareket ederek oluşturulan delil, kozmolojik delilin baslıca formlarını oluşturur. Ayrıca kutsal kitaplarda, özellikle de Kur’an-ı Kerim’de evrenin varlığı ve açıklaması hakkında çok sayıda ayet bulunması, bu delilin önemini artırmıştır.
Kozmolojik delil, başlangıçta teolojik bir gerekçeyle değil, felsefi sistemin bir gereği olarak tasarlanmıştı. Örneğin Platon ve Aristo, dinsel anlamda Tanrı inancına sahip değillerdi, fakat evrendeki oluş ve hareketi izah etmek için bir Tanrı’yı zorunlu olarak tasarlamışlardı. Batı felsefesinde teolojik gerekçelerle bu delili geliştiren Thomas Aquinas’tır. Onun Tanrı’yı kanıtlamak için ileri sürdüğü beş yoldan ilk üçü, kozmolojik delilin versiyonları idi. İslam düşüncesinde de, söz konusu delil, gerek filozoflar gerekse kelamcılar tarafından farklı formlarıyla ortaya konulmuştur. Farabi’nin İ mkan delili, İbn Sina’nın İlk Sebep delili ve Gazali’nin Hudûs delili, Craig’in belirttiği gibi, kozmolojik delilin en orijinal versiyonlardır. Özellikle Gazali’nin Hudûs delilinin modern kozmolojik teorilerle desteklenmesi, dikkate değerdir.
Batı felsefesinde Leibniz kozmolojik delili Yeter-sebep ilkesi çerçevesinde yeniden ele almıs, hiçbir seyin yeter sebebi olmadan varolamayacagını ve şeylerin niçin baska türlü degil de bu şekilde
var olduğunun açıklanması gerektiği düşüncesinden hareket etmiştir. Onun geliştirdiği Kozmolojik delil Batı felsefesinde delilin en güçlü formu olarak görülmüş ve eleştiriler de daha ziyade delilin bu formuna yöneltilmiştir. Yeter sebep ilkesinin delilin dayandığı ana mihver haline getirilmesi, özü açıklama prensibi olan kozmolojik delile şüphesiz güç katmıştır. Kozmolojik delilin en önemli özelliklerinden biri de, delilin dinamik yapısıdır. Yani, fizik ve kozmoloji bilimindeki yeni keşifler ve teorilerle evren telakkilerindeki değişimler, delilin gücünü ve ifade ediliş şeklini etkilemiştir. Newton’un hareket ve çekim yasalarını ortaya atması ve bu yasaların evreni oluşturan tüm maddi varlıklar için geçerli evrensel yasalar olarak kabul edilmesi, mekanizmin güç kazanmasına ve Tanrı’nın evren izahlarından dışlanmasına yol açtı. Zira evrendeki oluş ve hareket, yasalarla bütünüyle
açıklanıyorsa, geriye açıklanacak bir şey, dolayısıyla Tanrı gibi bir varlığa da ihtiyaç kalmıyordu. Bu da kozmolojik delilin varlık gerekçesini ortadan kaldırıyordu.
Yirminci yüzyılda özellikle kuantum fiziğinin gelişmesiyle birlikte mikro kozmosta mekanizmin değil, belirsizliklerin hakim olduğu ortaya çıktı. Evrendeki olgular, ancak Planck sabiti denilen belirsizlik sınırı ölçüsünde açıklanabiliyordu. Yine bu yüzyılda evrenin başlangıcı hakkında ileri sürülen Büyük Patlama teorisi, kozmos telakkilerinde önemli değişimlere yol açtı. Ateizmin en önemli dayanaklarından biri, evrenin sonsuz olduğu düşüncesiydi. Bu teoride, evren ve zaman için bir başlangıç öngörüldüğü için, evrenin Tanrı tarafından yoktan yaratıldığını ileri süren kozmolojik deliller ve özellikle de Gazali’nin geliştirdiği Hudus delili formu ön plana çıkmış oldu. Fakat kozmolojik delile yöneltilen eleştirileri incelenirse, Büyük Patlama’dan yola çıkarak Tanrı’nın olmadığını kanıtlamaya çalışan görüşler de ileri sürülmüştür.
Kozmolojik delil başlangıçta, spekülatif düşüncelerden ibaret olan evren telakkilerinden hareket ediyordu. Örneğin, Aristo’nun Fizik’inde öngörülen evren modeli Metafizik’te teolojik bir karakter kazanmıştı. İ slam filozoflarının evren anlayışları da bazı farklılıklarla birlikte benzer özellikler taşıyordu. Yeniçağda modern bilimin gelişimi ile birlikte evren telakkilerinin oluşumunda, spekülatif düşünceden ziyade deney ve gözlem ön plana çıkmıştı. Bilimin metodu ise, sonucu kesinlik bildiren tümdengelim metodu yerine, muhtemel sonuçlara ulaştıran tümevarım metodu idi. Modern düşüncede bilimin ve bilimsel teorilerin önemini fark eden Swinburne, çalışmalarını bu alana yöneltmiş, kilisenin dogmatik iman anlayışını tatmin edici görmemiştir. Bilimsel teorilerin de deney ve gözleme dayanmalarına rağmen, bunların çok ötesinde düşünceler ileri sürdüğünü fark etti. Mesela, Büyük Patlama teorisi, gözlem ile doğrulanması mümkün olmayan bilgiler içeriyordu. Bilimciler sınırlı gözlemlerden yola çıkarak böyle bir teorinin büyük olasılıkla doğru olduğu sonucuna varmışlardır. Öyleyse Swinburne’e göre, Tanrı’nın varlığını kanıtlamada da bu yöntem, yani tümevarım yöntemi kullanılmalıdır. Buradaki amaç, Tanrı inancımızı destekleyen rasyonel gerekçelerimizin olduğunu göstermektir ki, imanın mahiyetini dikkate aldığımızda Swinburne'un bu düşüncesinde ne kadar haklı
olduğu ortadadır.
Tümevarımlı olarak inşa edilen kozmolojik delilin özü, evren ve evrendeki olguları Tanrı’nın varlığı hipotezine eklediğimizde, bu eklemenin, hipotezin ihtimalini artırdığıdır. Burada önemli olan, Bayes teoremi ve teoremin dayandığı tasdik teorisine dayanarak evren ve evrendeki olguların gerçekten “Tanrı vardır” önermesinin ihtimalini artırıp artırmadığını belirlemektir ki, buradan evrenin açıklanması meselesi ortaya çıkar. Evrenin varlığı ve onu oluşturan unsurlar ile evrendeki olguları anlama ve açıklama isteği, insanın bilinen tarihi boyunca vazgeçemediği amacı olmuştur. Evrenin kaba bir gerçek olduğu, açıklanmaya ihtiyacı olan bir tarafının olmadığı seklindeki düşünceler insanı bu çabasından alıkoymaya yetmemiştir. Yani, onun çeşitli varlıklardan ve olgulardan meydana gelmiş karmaşık bir yapısı vardır ve bu yapının bir şekilde açıklanması gerekir.
Teistik açıklama, evren ile evrendeki olguların ortaya çıkmasına sebep olan ve onları varlıkta tutan Tanrı gibi bir failin varlığına dayanan kişisel açıklama düşüncesine dayanır. Bilimsel açıklama da alternatif bir açıklama teklifi olmasına rağmen, yapısı gereği kısmi açıklama sağladıgından, evreni bütünüyle açıklama gücüne sahip değildir. Kişisel açıklama ise, bilimsel açıklamayı dışlamayıp onu da kuşatan bütüncü bir özelliğe sahiptir. İ ki açıklama arasında hangisinin nihai açıklama olduğunu belirlemek için kullandığımız kriter, basitlik ilkesidir. Bu ilke, bilimsel teorileri değerlendirmede en önemli ölçütlerden biri olarak kabul edildiği gibi, günlük hayatımızda yaptığımız tercihlerde farkında olmasak da etkili olmaktadır. Öyleyse bu ilkeyi, evrenin açıklaması hakkında “Tanrı’nın varlığı” hipotezinin değerini belirlemede niçin kullanmayalım? Gerçekten de her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen, Tanrı gibi bir fail kabul edildiğinde, evren hakkındaki pek çok muamma ortadan kalkacaktır. O halde, Swinburne’ün kozmolojik delilinde yer alan, Tanrı yoluyla yapılmış kişisel açıklama modelini kabul etmemiz için sağlam gerekçelerimiz vardır. Tümevarımlı kozmolojik delilin Tanrı’nın varlığı konusunda tenkit edilen en önemli yönü, sonucunun kesin değil muhtemel olmasıdır. Bu şekildeki kozmolojik delile göre, evrenden yola çıkarak Tanrı’nın varlığına inanmamız için rasyonel gerekçelerimiz vardır. Yani Tanrı’ya inanmak, inanmamaktan daha rasyonel bir tutum olacaktır. Ancak olasılığa dayanan bir Tanrı, teistik dinlerin Tanrısı olabilir mi? Zira teistik dinlerde esas olan, Tanrı’nın varlığına kesin olarak inanmaktır. Böyle bir itiraz , delil ile inancı özdeşleştirmek gibi yanlış bir tutumdan kaynaklanmaktadır. Çünkü delil, inancın kendisi değil, ancak inancın gerekçelerinden biri olabilir. İ nanan insanın, sahip olduğu inancına dair farklı gerekçeleri vardır ve delil de bu gerekçelerden biri olabilir. Dolayısıyla tümevarımlı kozmolojik delilin sonucunun yüksek olasılık bildirmesi, Tanrı inancımız için iyi bir gerekçe olduğunu gösterir, fakat Tanrı’nın olasılıklara dayalı belirsiz bir varlık olduğu anlamına gelmez. Nitekim Swinburne de, delillerin münferiden değil de kümülatif olarak değerlendirilmesinin, Tanrı inancının haklılığını göstereceği kanaatindedir.
Kısaca ifade edecek olursak, kozmolojik delil, evrenden ve evrendeki olgulardan yola çıkarak Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışan aposteriori bir delildir. Sözü edilen delil, tarihi boyunca farklı versiyonlara sahip olmuştur ve kozmoloji ile fizik bilimindeki gelişmelerin evren telakkilerinde yol açtığı değişimlere bağlı olarak, ifade ediliş tarzları farklılaşmıştır. Swinburne, kendisinden önce tümdengelimli olarak oluşturulan kozmolojik delili, tümevarımlı olarak yeniden inşa etmiştir. Onun delili, evrenin ve olguların açıklanmasında Tanrı hipotezinin, alternatiflerine göre daha başarılı olduğu, ya da Tanrı’nın varlığı hipotezi evrenin varlığı ile birlikte ele alındıgında Tanrı’nın varlıgına inanmanın, inanmamaktan daha rasyonel bir davranış oldugu düsüncesine dayanır.
Sonuç olarak Swinburne’ün gelistirdiği kozmolojik delil, imanın mahiyeti de dikkate alınırsa, Tanrı’nın varlığını kanıtlamak üzere geliştirilmiş sağlam bir delildir. Onun deliline getirilen itirazlar, delilin geçersizliğini ya da zayıflığını gösterecek yeterli gerekçelerden yoksundur.
Referans: METİN PAY, KOZMOLOJİ K DELİ L VE RICHARD SWINBURNE, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, SOSYAL B İLİ MLER ENSTİ TÜSÜ, FELSEFE VE D İN Bİ Lİ MLERİ (Dİ N FELSEFESİ ) ANAB İLİ MDALI, ANKARA 2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder