13 Ekim 2013 Pazar

Spinoza ve İbn Arabi'nin Tanrı Anlayışlarının Karşılaştırılması

Bu yazımızda, zihnimizde doğu düşünce dünyasında yetişen ve özgün düşüncelerini İslam dininin unsurlarıyla uzlaştırma başarısını göstermiş olan İbn Arabi’nin öğretisi Vahdet-i Vücud ve batı düşünce dünyasında Tanrı anlayışını rasyonel ilkelerle temellendiren filozof olarak tanınan Spinoza panteizminin Tanrı-evren ilişkisini kurmaları bakımından taşıdıkları benzerlik ve farlılıkları ortaya koymak, bir ölçüde de, batı ve doğu düşünce çevrelerinin üzerinde tartıştığı Tanrı kavramı ile ilgili olarak iki filozofun Tanrı anlayışları bağlamında, farklı iki medeniyette bir uzlaşı noktası yakalama umudundayız. Zira, Tanrı kavramı; doğu ve batı inanç anlayışlarının yanı sıra bazı büyük felsefi sistemlerce de ele alınmış ve zaman zaman, karşılıklı sürtüşmelerin de hareket noktasını oluşturmuştur.



Çok çeşitli araştırmaların sonuçlarına bakıldığında görülür ki, İbn Arabi, İslam dininin prensiplerini ve kendisine ulasan düşünce ürününü kendi öğretisi içinde yoğurarak ortaya koyan, ve bireysel tecrübesiyle de, anlamlandıran bir kişi olarak, sufi geleneğin öğretisi olan tasavvufun orijinal temsilcisidir. İ bn Arabi, kendi dönemine kadarki mutasavvıfların ortaya koyduğu anlayış tarzını kendi taze fikirleriyle harmanlayarak yeniden canlandıran biri olmuştur. İ bn Arabi, hakkında yapılan tüm eleştirilere rağmen, İ slam düşünce geleneği içinde yetişmiş bir sufi olarak, vahiy ve hadis çerçevesinde kalarak özgün bir düşünce ortaya koymayı başarmış biri olarak nitelendirilmektedir. İbn Arabi’de varlığın birliği öğretisinin adı olan Vahdet-i Vücud, Tanrı’dan başka bir hakikat kabul etmeyen, bütün varolanları mutlak vücudun isim ve sıfatlarının tezahürü, tecellisi sayarak, hakikate nazaran varolan her şeyin yokluk ifade ettiğini keşf ve tecrübe yoluyla ortaya koyan tasavvufi bir disiplindir. Fakat, Vahdet-i Vücud kavramı İ bn Arabi tarafından sistemine verilmiş ad değildir. Bu daha çok İbn Arabi sistemini araştıranlar tarafından kullanılan bir kavramdır.

İ bn Arabi’nin her şeyin iç içe olduğu birlik düşüncesi, filozofun kullandığı yöntem ve sembollerden dolayı, bir çok mecazi kavram taşımış bu da, anlaşılması güç ya da farklı yoruma açık bir sistem meydana getirmiştir. İbn Arabi, Vacibü’l Vücud (zorunlu varlık) olarak gördüğü Tanrı’ya kalbi keşf yoluyla ulaşmayı doğru bulmuş, aklı; mutlak varlığı bilme konusunda yetersiz ve yanılsama içinde olarak görmüştür. Fakat İbn Arabi’nin sistemi kendi içinde tutarlı ve mantık ilkelerine uygun özelliklere sahip olarak nitelendirilebilmektedir.



İbn Arabi, hayal ve rüyaya önem vermiş, bize görünen nesneler dünyasını hayal olarak nitelendirmiştir. Ona göre, evrende görülen şeyler; sonsuz, ebedi ve tek olan Tanrı’nın sıfat ve isimlerinin tecellisinin biçimleridir. Nesneler kendi baslarına bir varlığa sahip değillerdir. Her şey, vücud diye tabir ettiği Tanrı sayesinde var olmuştur. İbn Arabi, Ayan-ı Sabite adını verdiği ve nesnelerin, görüntü dünyasında varolmadan önce Tanrı’daki değişmez bilgisi niteliğinde olan bir kavram ortaya koymuştur. İ bn Arabi’ye göre Tanrı; Vücud-u Mutlak olarak, her meydana gelenin sureti ile ezeli olarak zuhur edendir. Onun için, evren Tanrı’nın gölgesidir. Evren yoktan var edilmemiş, Tanrı’nın varlık görüntüsünde tecellisi olarak meydana gelmiştir. 

Araştırmalara konu olmuş ve 17. yüzyılın sistem filozofu olarak tanınan Spinoza ise, sistemini rasyonel ilkelere uygun olarak kurmuştur. Buna uygun olarak, matematik metodu seçmiştir. Çünkü, Spinoza’ya göre, matematikteki kanıtlamalar ile en ufak bir şüpheye yer bırakmadan kesinliğe ulaşılabilir ve karşılaşılabilecek bütün problemli durumlardan kurtulma imkanına sahip olunabilinir. O, ortaya koyduğu sisteminde tek bir amacı hedeflemiştir. O’da evreni, insan için anlaşılır hale getirebilme ve böylelikle Tanrı’ya ulaşabilmeyi başarmaktır.



Spinoza, çokluğu birliğe indirgeme çabasını göstermiştir. Bu amaçla, Descartes’in etkisiyle tek töz kavramını geliştirmiştir. Spinoza’da bu töz varolmak için başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan, kendi kendinin nedeni durumundadır. Ayrıca bu konumdaki töz Tanrı ile özdeştir. Spinoza, bunu gerçekleştirerek, metafiziğinin merkezine  monist bir Tanrı anlayışını yerleştirmiştir. Tanrı’yla özdeş olan bu töz tektir. Bu bakımdan, Spinoza’ya göre Tanrısal tözün dışında bir töz düşüncesini kabul etmek mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki, Descartes’in dualist töz anlayışına karsı çıkmıştır.



Spinoza, kendi kendisinin nedeni olarak (veya "nedensiz") tanımladığı tözün "doğa" kavramıyla özdeş olduğunu kabul etmiştir. Doğa kavramını ise "Yaratan Doğa" ve "Yaratılan Doğa" ayırmıştır. Burada "Yaratan Doğa" ile işaret edileni ; Tanrının Zat'ı, "Yaratılan Doğa" ile işaret edileni ise yaratılmış olan ve Yaratana zorunlu olarak bağlı her şey olarak ortaya koymuştur. Yalnız bu sadece kavramsal bir ayrımdır. O, "doğa(natura)" kavramı ile açıkladığı sisteme; bütün varlıkları içine alan bu bütüne Tanrı demiştir. İ şte, tam olarak Spinoza öğretisinin temeli de bu düşünceden ibaret olmuştur. Ayrıca, Spinoza tek töz olarak kabul ettiği Tanrı’nın varlığını zorunluluk ilkesine bağlamıştır. Dolayısıyla doğadaki her şey de bu ilke bağlamında meydana gelmiştir. Tanrı, her şeyin nedeni olarak içkin bir şekilde evreni ve tüm varolanları meydana getirmekle birlikte, Tanrı ile var olanlar arasında zorunlu bir ilişki vardır. Spinoza, sık sık panteist olarak adlandırılmıştır. Çünkü, ona göre varolan her şey tek tözün bir sıfatı ya da kalıbı olan moduslardan ibaret olmaktadır. Eğer panteizm tanımını bu şekilde yaparsak Spinoza bir panteisttir. O’na göre Tanrı’nın sonsuz sıfatları olmasına rağmen, sadece uzam ve düşünce sıfatı insanlar tarafından bilinebilmektedir. Spinoza, doğayla(natura) özdeşleştirdiği Tanrı anlayışını böylece ortaya koymuş düşünce tarihinde özel bir yer edinmeyi başarmıştır. 

Şunu eklemek gerekir ki;  Spinoza hayatta ve eserlerini kaleme alırken Panteizm diye bir kavram yoktu. Bilinen anlamı ile panteizm yani "deneysel dünyanın" kişisel olmayan bir tanrı olarak algılanması, bir diğer değişle "tabiatçılık" kavramının icat edilmesi Spinoza' dan sonra gerçekleşmiş ve felsefi bir anlam kazanmıştır. Spinoza sadece panteist olarak değil, panenteist, ateist, materyalist, teist olarak ta itham edilmiştir. Bu tip ithamlar İbn Arabi için de yapılmıştır ve söz konusu ithamların fazla bir önemi de yoktur. Bizim için daha önemli olan şey; filozofların düşünce sisteminin tutarlı ve gerçeklik ile uyum içinde olup olmadıklarından ibarettir. Bunun yanında Spinoza ve İbn Arabi panteizmlerinin modern tabiatçı panteizmle benzerliği sadece isim bakımından olup arada radikal farklılıklar vardır.

Tanrı-evren ilişkisini kurmaya çalışan İbn Arabi’nin sistemi Vahdet-i Vücud ile Spinoza’nın panteizmi (!) aynı sayılmakla beraber daha önce ifade ettiğimiz gibi çeşitli farklılıklar gösterebilmektedirler. Bu yazıda, İ bn Arabi ve Spinoza ‘nın Tanrı anlayışlarının ürünü olan Vahdet-i Vücud’u ile Panteizm’in muhtevasını imkanlar dahilinde kısaca ortaya koymaya çalıştık. Su açıktır ki, Vahdet-i Vücud ve panteizm Tanrı-evren ilişkisini kurarken Tanrı’yı mutlak gerçeklik olarak nitelendirmiş, evren ise iki filozof tarafından farklı şekilde de olsa Tanrı’nın sıfatlarının tezahür ve tecelli alanı olarak (yansıma alanı) görülmüştür.

Vahdet-i Vücud ile panteizmin aynı olduğu iddialarına karşılık panteizmde Tanrı evrene içkindir, bununla beraber tamamen akli ve mantıki ilkeler üzerine(geometrik metot) kurulmuş çıkarımlara dayanan panteizmde Tanrı-Doğa (Natura) bir ve özdeş sayılmaktadır. Burada Spinozanın Natura ile kastettiği şeyin sadece deneysel varlık alanı olmadığının tekrar hatırlanması ve ısrarla altının çizilmesi gerekmektedir. Çünkü Spinoza panteizmi; ateizme oldukça yakın duran tabiatçı panteizmden oldukça farklıdır. Spinoza panteizminde tek töz olan Tanrı ve O’nun tecellisi olan evrenin ayrılmazlığı ve bütün bir sistem oluşturması ve evrenin zorunlu olarak Tanrı'ya bağlı bir varlık olması söz konusudur. Spinoza panteizmine oldukça benzeyen ve bazen aynı olduğu iddia edilen ve İbn Arabi’nin temsilcisi olduğu Vahdet-i Vücud ise, Tanrı’dan başka bir hakikat kabul etmeyen, bütün şeyleri mutlak vücud olan Tanrı’nın isim ve sıfatlarının tezahürü olduğunu ve bunların mutlak varlığa kıyasla, ebedi yokluğu ifade ettiğini keşf ve tecrübe yoluyla ortaya koyan öğretidir.Vahdet-i Vücud’un en önemli özelliği Tanrı’yı özü itibariyle askın sıfat ve isimleri itibariyle içkin saymasıdır.Vahdet-i Vücud keşf ve tecrübeye dayalı olmakta, akıl yardımıyla sistemleştirilmiş olsa da, tamamen tasavvufi unsurlar taşımaktadır.

Su bir gerçektir ki, Tanrı’nın varlığıyla ilgili olarak ne kadar konuşulursa konuşulsun, hakkında ne ölçüde bilimsel ve ontolojik tartışmalar yapılırsa yapılsın, bu tartışmaların, metafiziksel anlamda insanoğlunu tatmin edecek şekilde ortaya koyulamadığı görülmektedir. Bundan dolayıdır ki, bu güne kadar Tanrı ile ilgili geliştirilmiş düşünceler nasıl ki varolmuşsa, bundan sonra da bu tip düşüncelerin olacağı ve bu düşüncelerin meydana getireceği sistemlerin geliştirileceği mümkün gibi görünmektedir, buna göre İ bn Arabi ve Spinoza’nın Tanrı-evren ilişkişini kurmaya çalıştıkları sistemleri konusunda yapmış olduğumuz bu kısa derleme her iki filozofun düşünce yapılarındaki benzeşen ve ayrılan hususlara işaret etmektir. 

Sonuç olarak; İbn Arabi' de, Spinoza' da kendi Tanrı anlayışlarını ortaya koydukları sistemlerini güçlü ve akılcı bir tutarlılık içinde ortaya koymuş, hem yaşarken hem de öldükten sonra tartışılıp, konuşulmayı başarmışlardır. İbn Arabi ve Spinoza’nın düşünce sistemleri orijinal bakış açılarıyla zaman üstü olmayı sürdürecek özellik ve öneme sahip konumdadır. Konumuzla ilgisi yok ancak özellikle Alfred North Whitehead'ın çalışmalarının köklerinin öncelikle İbn Arabi'de sonra da Spinoza' da aranması gerektiği kanaatindeyiz.

Son olarak bir konuya daha değinmek istiyorum. Gördüğümüz üzere Spinoza ile İbn Arabi'nin kurmuş olduğu düşünce sistemleri son derece benzerdir. Bir çok açıdan aynıdır da. Peki nasıl oluyor da birbirinden ayrı kültürlerde yetişmiş, ayrı zamanlarda yaşamış ayrı dine mensup iki düşünür böyle bir benzerlik gösteriyor? Hepsinden öte keşf ve şuhud diye bilinen, dini tecrübe esaslı sezgicilik metodunu benimsemiş bir doğu mistiği ile tamamen akla dayanan, matematiksel bir forma sahip rasyonalist bir yaklaşımı benimsemiş bir batı filozofu bu kadar benzer fikirlere ulaşabiliyor? Akıl ya da Sezgi. Hangisi bilgiye ulaşmada daha üstün bir araçtır? Elbette İbn Arabi ile Spinoza' nın bambaşka metodlar kullanarak çok benzer sonuçlara ulaşması bu tartışmayı kökünden çözecek güçte değil. Yalnız bu durumun enteresanlığına gölge düşürmüyor. Daha sonraki yazılarımızda bu konu üzerine bir paylaşımda bulunacağım inşallah.   

Referans: Cahide Demirci, İbn Arabi ve Spinoza'da Tanrı Anlayışı, Yüksek Lisans Tezi, Dicle Üniversitesi, 2006

1 yorum:

  1. Doğru bir analitik gözlem yaptığınız kanısındayım. Bu arada Spinozanin altını çizdiği " Duyusal Coşkunluk Halinin" Tasavvufi çizgide hayat sürenlerde de koşut bir biçimlendiğini düşünmekteyim.

    YanıtlaSil